Kapatılan Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay’ın Silivri’den taliye olduktan 6 ay sonra kaybettiği eşi Fatma Alpay’ı yazdı. Eşinin cenaze töreninde, “Birlikte yaşadıklarımızın hikâyesini yazıp ölmek istiyorum” diyen Alpay, şu anda “Fatma’yla Hayatım’ı yazmakla meşgulüm.” dedi.
Geçmişte yaşadığı sıkıntıları ve Silivri dönemini anlatan Şahin, “Beni her zaman “fazla ciddi” bulmasına, sürgünde, hapiste geçirdiğim yıllara rağmen, evlendiğimizde söz verdiği üzere beni terketmedi. Zira, belki o da beni benim onu sevdiğim kadar sevdi. (Bundan emin olmama hiç izin vermedi.) Hiçbir zaman fikirdaşım olmadı; ne Marksistliğimi, ne de liberalliğimi paylaştı. Mâkul, yanlışlarını da bilen bir Atatürk hayranıydı. Ama kuşkusuz hayattaki en yakın dostum, en büyük desteğim oldu. Beklenmedik bir zamanda, aniden öldü; pırlanta çocuklarımı ve torunlarımı bana miras bıraktı. Onunla yaşadığımız aşkın bir benzerine rastlamadım. Hissettiğiniz gibi, onunla hikâyem iki satıra sığmayacak kadar zengin. Zaten Fatma’yla Hayatım’ı yazmakla meşgulüm.” dedi.
P24’te Şehin Alpay’ın ‘Vargas Llosa’nın keşfi’ başlıklı yazısı şöyle;
ŞAHİN ALPAY
Gönlümde bir şeyler kıpırdatan kızın kalbini kazanmak için uzun mücadeleler verdim. Fatma geçen yıl vefatına değin beni dünyanın en mutlu erkeği yaptı.
Geçen yazılarımdan birinde sözünü ettiğim gibi, Silivri’yle birlikte edebiyatla ikinci baharımı yaşıyorum. Sosyal bilim kitaplarını elime alamıyorum. Günümüz koşullarında en iyisi de bu… 2018 yazında (birlikte geçirdiğimiz son yaz) Fatma’yla el ele verdik, Ayvalık’taki kitaplığımızı ayıkladık. Cezaevlerinde kitaplara duyulan ihtiyacı iyi öğrenmiştim. Onun için vazgeçemeyeceklerimiz dışındaki kitapları götürüp Altınova’daki Kadın Açık Ceza İnfaz Kurumu, yani hapishanesinin kitaplığına teslim ettim. Müdire hanım pek memnun oldu; çay ikram etti. Sakladığımız kitaplardan biri, anlaşılan Fatma’nın bir ara alıp okuduğu, Don Rigoberto’nun Not Defteri adlı roman geçen yaz elime geçti; Mario Vargas Llosa’yı böyle keşfettim. Geçenlerde de onun Üveyanneye Övgü adlı romanını bulup okudum. (Celal Üster’in yaptığı çeviri süper.) Henüz sadece iki romanını okumuş olduğum hâlde Vargas Llosa en beğendiğim yazarlar arasına girince hakkında okumaya başladım.
Dünyanın öbür ucundaki bir ülkeden, Peru’dan gelen Vargas Llosa, bir ara siyasete atılıp 1990’da ülkesinin başkanlığına aday dahi olmuş. Seçimi kaybettikten sonra, 1993’te İspanya’ya göçüp oranın yurttaşı olmuş. Şimdi 83 yaşında ve (anladığım kadarıyla) Londra’da yaşıyor. Vargas Llosa’nın fikir dünyası itibarıyla yaşamının kabaca ilk yarısında Marxist, ikinci yarısında ise liberal olduğunu okuyunca, tahmin edebileceğiniz gibi, onu daha da çok sevdim. Şimdi niyetim 31 dile çevrilen 30 dolayındaki kitabını (özellikle ikinci döneminde yazdıklarını) ele geçirdikçe okumak. (Türkçeye çevrilen eserlerinin sayısı yanlış saymadıysam 14.)
Vargas Llosa’nın ikinci döneminde yazdığı, birbirinin devamı niteliğindeki iki kitabında beni cezbeden, olağandışı bir aşk öyküsünü (bir dostumun deyişiyle) “kışkırtıcı ve acayip” bir dille anlatması. Olgun babanın genç ve güzeller güzeli ikinci eşiyle; ilk eşinden doğma ortaokul öğrencisi oğlunun da bu üvey anneyle yaşadıkları aşklar… Baba oğlunu affeder ama karısını affedemez.
Burada niyetim ne Vargas Llosa, ne de okuduğum kitapları üzerine yazmak. Bu romanların bana (öteki cinsiyetler değil) kadınlarla erkekler arasındaki (normal) aşkın bürünebildiği biçimler ve nelere kadir olduğu hakkında düşündürdükleri. (Hatırlatayım ki, aşkın yalnızca platonik olanı yanında yalnızca cinsel olanı da var ve ikisi birden, yani tam, olmadıkça aşkın hükmü yok.)
Benim 75 yaşına gelinceye kadar şahidi olduğum dramatik örneklerden sadece bazıları şunlar: Çocukluk arkadaşlarımdan ikisi birbirlerine sırılsıklam âşıktılar, fakat oğlan zengin, kız ise dar gelirli bir aileye mensuptu. Oğlan babasının itirazlarına boyun eğdi ve hayat boyu mutlu olamadı; kız ise iyi bir evlilik yaptı, ama uğradığı ihaneti hiç unutmadı. Bir arkadaşım amcasının eşine âşık oldu; ilişki sürdürülemez olunca, sevmediği biriyle evlendi ve hayatı karardı. Yine bir arkadaşım iş hayatına atıldıktan sonra patronunun karısına âşık oldu; ayrılmak zorunda kalınca hayata küstü. Yine başka bir arkadaşımın babası, âşık olduğu eşi genç yaşta bunalım geçirip intihar edince, ölünceye kadar ona sadık kaldı.
Stockholm’den anekdotlar: Verdiğim Türkçe kurslarına katılan orta yaşlı bir İsveçli kadın öğrencim, birden Kürt mimar eşini ve üç oğlunu terketti; kendinden en az 20 yaş küçük bir İsveçli’yle bir daha dönmemek üzere ABD’ye göçtü. Tanıştığım bir Türk mimarın İsveçli eşi, kocasını kendisine meftun ettikten, iki kız çocuğu doğurduktan sonra bir İsveçli genç adama kaçtı. Orada edindiğim Amerikalı mühendis arkadaşım, benim İsveççe kurslarındaki öğretmenim olan İsveçli genç kadına ümitsizce âşıktı. Hatunu, bana duyduğu ilgiden yararlanarak ele geçirmeye çalışması beni çok çok şaşırtmıştı. Ama sonunda başardı ve kısa bir süre için de olsa evlendiler. Stockholm Üniversitesi’ndeki doktora kurslarından Pakistanlı dostum, çok modern oldukları için İsveçlilerle, çok geleneksel oldukları için de Pakistanlılarla evlenemeyeceğinden yakındı durdu ve ısrarla onu münasip bir Türk kızla tanıştırmamı istedi. İsteğini yerine getirdim. O tek kelime Türkçe bilmiyordu, tanıştırdığım genç, güzel ve akıllı kız ise Türkçe’den başka dil konuşmuyordu. Ne var ki, ilk görüşte değilse de, zamanla birbirlerine iyice âşık ve tanıdığım en mutlu çiftlerden biri oldular. Sevaba girdim.
Tanık olduğum aşk öykülerinden belki en dramatik olanı ise Cemile’ninki. Kuzey Ege’de bir deprem âfeti sonrasında yoksul köylüler onlu yaşlardaki kızlarını varlıklı ailelerin yanına veriyorlardı. Cemile’yi de annem yanına aldı. Onu okula göndermediyse de okuma – yazma öğrenmesini sağladı, eğitti, tam bir şehirli yaptı. Niyeti onu gözünü kestirdiği bir şehirliyle evlendirmekti. Ama Cemile karasevdaya tutuldu. Ne yazık ki tutulduğu delikanlı onunla sadece gönül eğlendiriyordu. Geç de olsa bunu anlayınca Cemile, “anneme haber salın, köyüme geri dönmek istiyorum” dedi ve bütün yapma etmelere aldırmadan köyüne döndü, bir köylüsüyle evlendi, dört çocuk doğurdu. Yıllar sonra bir gün annemi ziyarete geldiğinde ben de tesadüfen oradaydım. Yeniden her şeyiyle bir köylü olmuştu. (İnanamadım…) Çok pişman olduğunu söyledi. Karşılıksız karasevdası onu bedbaht etmişti. Beni çok üzdü.
İtiraf edeyim ki benim aşk hayatım nicelik olarak oldukça fakirdir, ama nitelik olarak olağanüstü zengin. Ben hayatta sadece bir kez tam anlamıyla aşkı tattım, körkütük aşık oldum. Dokuz yaşında, aynı sınıfta okurken gönlümde bir şeyler kıpırdatan kızın, yani Fatma’nın kalbini kazanmak ve onunla evlenmek için uzun, acılı mücadeleler verdim. Başarmamdan sonra Fatma, geçen yıl vefatına değin beni dünyanın en mutlu erkeği yaptı. Allah beni korudu, lisede yaptığım gibi onu bırakıp tekrar ABD’ye gitme hatasına bir kez daha düşmedim. İki yıldan fazla süren nişanlılıktan sonra, 21 yaşında, ben Mülkiye ikinci sınıfta, o İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde son sınıfta iken evlendik. Evlenmesek çıldıracaktık…
Beni her zaman “fazla ciddi” bulmasına, sürgünde, hapiste geçirdiğim yıllara rağmen, evlendiğimizde söz verdiği üzere beni terketmedi. Zira, belki o da beni benim onu sevdiğim kadar sevdi. (Bundan emin olmama hiç izin vermedi.) Hiçbir zaman fikirdaşım olmadı; ne Marksistliğimi, ne de liberalliğimi paylaştı. Mâkul, yanlışlarını da bilen bir Atatürk hayranıydı. Ama kuşkusuz hayattaki en yakın dostum, en büyük desteğim oldu. Beklenmedik bir zamanda, aniden öldü; pırlanta çocuklarımı ve torunlarımı bana miras bıraktı. Onunla yaşadığımız aşkın bir benzerine rastlamadım. Hissettiğiniz gibi, onunla hikâyem iki satıra sığmayacak kadar zengin. Zaten Fatma’yla Hayatım’ı yazmakla meşgulüm.
Vargas Llosa’dan kalkıp, dönüp dolaşıp geldiğim nokta şu ki, hayat bir mucize olduğu gibi, karşılıklı ve gerçek aşk da bu mucizenin en yaşanası tarafı. Herkese benim yaşadığım gibi bir aşk nasip olsun diliyorum.
post hakkında tartışma