Nurhayat Seven

Nurhayat Seven, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ablasıydı. Bu nedenle, yaşadığı Turgutlu’da “Hoca Abla” olarak tanınırdı. Çocukları, torunları ile birlikte oldukça mütevazı bir hayat sürdürdükleri evlerinin ziyaretçisi hiç eksik olmazdı. Yüzündeki müşfik tebessümü, elinden düşürmediği tesbihi, dilinde eksik olmayan zikri, misafirlerine gösterdiği şefkat ve hürmeti ile herkesin çok sevdiği, Turgutlu’nun biricik Hoca Ablasıydı. 15 Temmuz’dan sonra yaşananlardan seksen yaşını geçmesine rağmen o da nasibini almış, sosyal baskılardan dolayı adeta bir misafirhane gibi olan evini terk etmek zorunda kalmıştı. Torunları ve çocukları ile mutlu mesut yaşaması gerektiği zamanlarını, onların hasreti ile mücadele ederek geçiriyordu. Evlatlarının ikisi cezaevinde, birisi hicret diyarında; tüm ailesi paramparça olmuştu. Senelerdir çektiği kardeş hasretinin üzerine bir de bunları yaşamak Nurhayat Teyze’ye çok ağır gelmişti. Hoca Abla, dünyadaki sıkıntılarından kurtulup, geride kıymetli kardeşi, ona hasret evlatları ve torunlarını bırakarak Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Rabbim kabrini nurlarla doldursun Nurhayat Teyzemiz, Hoca ablamız. Mekanın cennet, makamın şehitlik makamı olsun. Amin.

    

YORUM | AHMET KURUCAN

Hiç terk etmediği Erzurum şivesi, yüzünden hiç eksik olmayan tebessümü, elinden ve dilinden düşürmediği tesbihi ve zikri; bitip tükenme bilmeyen sorularından anladığınız kardeşi Hocaefendi’ye düşkünlüğü ve aynı zamanda kaygısı; Bahtinur, Zümrüt, Sait diye başlayıp devam eden çocuk ve torun sevgisi, kan bağından öte kendisine yakınlık gösteren, maddi-manevi her türlü derdinde yanında yer alan ve “Bunlar benim oğullarım” dediği Rıfat, Nuri, Hüseyin başta olmak üzere nice yiğitlere olan muhabbeti; insanlara gösterdiği şefkat, hürmet ve saygısı; hizmet insanlarına yönelik geceli gündüzlü devam eden duaları ile tam bir Anadolu kadını idi.

Tezkiyede bulunuyor diye düşünmeyin. Öyle bir niyetim olsa bildiğim ve gördüğüm daha nice vasıflarını sayarım. Allah’a karşı kimseyi tezkiye etmem ve edemem. Ama benim tanıdığım Nurhayat Teyze, maruf ismiyle “Hoca Abla” böyle biriydi.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Tam 30 yıl önce tanışmıştık kendisi ile. Son 4-5 yıl hariç hayli sık dokulu bir münasebetimiz vardı. Dün de vefat haberini aldım diyarı gurbet ve kurbette. Sabahın erken saatleri idi. Vefat haberini, bu sürecin normali sayılan zulmün kahredici pençesinden sıyrılıp nefes alabilmek için kendisine nihayet İngiltere’de yer bulan yakın bir akrabası verdi bana. Kahvaltı sofrasındaydım. Şok oldum. Dondum kaldım. O’ndan geldik ve O’na döneceğiz. Sabır ve metanetle karşılamak lazım. Amenna. İmanımız bunu söylüyor; söylüyor ama ya ona karşı son görevi yapamama! Ya cenaze namazını kılamama! Ya mezarına bir avuç toprak dahi atamama! Ya “İyi biliriz!” nidalarıyla son şahitliği eda edememe! Ya paylaştıkça azalan acıyı eş-dost ve akrabalarla beraber yaşayamama! Kızım demişti bana Salih Ağabey’in vefatı dolayısıyla; “Acımızı yaşamaya da imkân vermiyorlar!” Aynen öyle bırakın sevinci, acımızı dahi acı gibi yaşayamıyoruz. Sadece biz mi? Elbette hayır. Yüzlerce, binlerce aile var aynı şeyleri yaşayan. Hem de yıllardır.

Nurhayat Teyze, Hocaefendi’nin ablası. Kendisinden sanırım 2 ya da 3 yaş büyük. 8 çocuklu evde çocukların en büyüğü ve eve ait işlerin büyük kısmı kadınların ve kız çocuklarının üzerinde olduğu için kardeşinin ifadesi ile “evin ikinci annesi”. Alvar ve Korucuk köyünün çocuklarına hem de çocuk denecek yaşta, üstelik Kur’an okumanın yasak olduğu yıllarda meccanen Kur’an okumasını öğretmiş bir muallime. Hafızlık yapan kardeşinin Kur’an ezberine teşvik olsun diye anne-baba ve diğer kardeşlerine çaktırmadan ekmek üzerine bal sürüp yediren bir mürşide. 80 yılı aşkın ömründe ihtimal, kazaya kalmış namazı olmayan mazbut bir âbide. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekânı cennet, makamı âli olsun.

8 kardeşi olan Hocaefendi, ablası ile toplam 4 kardeşinin vefatına şahit olan bir insan. Dile kolay. Kardeşler arası ilişkinin Erzurum iklimi misali dışarıdan bakıldığında soğuk ama içine girdiğinde sımsıcak hatta benim tarif etmek ve adını koymakta zorlandığım aşktan, şefkatten daha da öte olan sevgi ile yoğrulduğu aile zemininde 4 kardeşin vefatını görmek ve hiçbirisinin cenazesinde bulunamamak. Aman Allah’ım! Sadece insani olarak bakın ve kendinizi onun yerine koyun. Ne demek istediğim belki daha rahat anlaşılır o zaman. Bu empatik ilişkiyi kurabilmek için Fethullah Hoca’yı sevmeye ya da cemaat mensubu olmaya gerek yok, insan olmak yeter.

İlk vefat eden Hasbi Nida oldu. 12 Ekim 2012’de Hakkın rahmetine kavuştu. Onu Sıbgatullah diye de bilinen Seyfullah Ağabey takip etti. Takvimler 28 Kasım 2014’ü gösteriyordu o vefat ettiğinde. Ardından 18 Mart 2019 günü Salih Ağabey ruhunun ufkuna yürüdü. Ve 18 Ocak 2021’de ablası Nurhayat Teyze.

Hocaefendi’nin bütün bu vefat haberlerini ilk duyduğundaki tavrı, düşüncesi ve hissiyatı ile ilgili bir iki paylaşımda bulunacağım geri kalan satırlarda. Hasbi Ağabeyin vefatında Türkiye’deydim; dolayısıyla vefat haberini duyduğundaki tavrı ve hissiyatı adına herhangi bir bilgiye sahip değilim. Sıbgatullah Ağabeyin vefat haberini veren kişilerden biriydim. Salih Ağabeyin vefat haberinin verilmesinin hemen ardından oturduğu salona girmiştim. Nurhayat Teyzenin vefat haberini de ben verdim. Her üçünde de gözyaşlarına hâkim olamadı. Dövünürcesine ağlamadı. Ağıt yakmadı. Vakar ve ciddiyetini hiç bozmadı. Sükunetini kaybetmedi. Kadere itiraz mahiyetini taşıyacak ne bir cümle ne bir kelime döküldü ağzından ama hüzün denilen o soyut şey yüzüne sanki bir kara bulut gibi çöktü ve gözyaşı damlaları o bulutun yağmur taneleri misali yanaklarını ıslattı.

Dünü kısaca tasvir edeyim size. Akraba olduğumuz üç kişi “En büyüğümüz sensin, sen söyle” diye beni sözcü seçtiler. Koronavirüs salgınından dolayı ziyaretçi kısıtlamalarının uygulandığı bir zaman diliminde dört kişi birden salona girdik öğle yemeği sonrası. Kendisine doğru yürürken yüzüne baktım, “Bir an önce söyleyin” dercesine heyecan içindeydi. Fark etmemek mümkün değildi kaygı dolu bakışlarını. Yüreğinin bir güvercin yüreği gibi attığına eminim o an. Ben olsam ben de aynı şeyi hissederdim. Bayramlarda ancak bir arada gördüğü kişilerin hepsinin aynı anda ve ziyaretçi kabul edilmeyen bir zamanda gelmeleri olağanüstü bir şey olduğunu göstermez mi? Yanına yaklaştım ve “Üzücü bir haberimiz var Hocam! Ablanız!” dedim ve daha ötesini demeye gerek kalmadan öyle bir “Öyle mi!?” dedi ve ağlamaya başladı ki boncuk boncuk dökülen yaşlar yanaklarını ıslatıyordu. Evet, o an gözümün önünden hiç gitmeyecek bir resim karesi olarak zihnime kazındı. Dedim ya yukarıda, hüzün kara bulut gibi çöktü yüzüne diye, işte bu an o hüznün tecessüm edip kara bulut şeklini almaya başladığı andı.

Dudakları kıpırdamaya başladı. Gözyaşlarına dualar eşlik ediyordu artık. Bu arada hüzün de hükümranlığı ilan etmişçesine hem mekâna hem de o mekânda bulunan herkese hükmediyordu. Beş dakika kadar zaman geçti. Gözlerini berrak bir gecede sanki kutup yıldızına bakan bir seyyah gibi uzaklara hem de çok uzaklara dikti. Gözünün önünden çocukluğundan itibaren ablası ile ilgili karelerin geçtiğini, hatıraların zihnine üşüştüğünü tahmin etmek zor değildi. Nitekim ilerleyen dakikalarda hep onlardan dem vurdu.

Artık vefat haberinin detaylarını söylemek zamanı gelmişti. Merakla beklediğini biliyordum. Hayalen içinde bulunduğu dünyadan kopup yüzünü bana doğru çevirir çevirmez bildiğim kadarıyla anlattım. Dinledi, dinledi, dinledi. Sonra ahirete iman etmiş bir müminin göstermesi gereken ve hele Hocaefendi gibi bir insandan beklenen eda ve tavırla hayat ve ölüm, dünya ve ukba ekseninde ayetlerle, hadislerle, bu hususlara vurgu yapan şiirlerle konuşmaya başladı.

İlk cümlesi: “Siz odaya girmeden önce şu elektronik levhada ‘fesabrun cemil’ çıkmıştı. Ben de fesabrun cemil diyordum” oldu. Ardından Alvar İmamının şu dizelerini okudu:

“Acep bir karuban hane bu dünya

Gelen gider konan göçer bu elden

Vefası yok sefası yok fani hülya

Gelen gider konan göçer bu elden…”

İkindi namazı sonrası kıldığımız gıyabi cenaze namazına kadar geçen iki saatlik sürede konuşulanları tek tek anlatacak değilim. Ama o muhabbetin toplamını şu cümleyle özetleyebilirim: O aslında kendini tesliye ve teselli ediyordu. Zira bu tür konuşmaları taziye evinde cenaze yakınlarına taziyeye gelenler yapar.

Sonra iki kardeşi, eniştesi, yeğenleri ve birkaç can-ciğer vefalı dostuyla telefonda görüntülü konuşarak karşılıklı taziyelerde bulundu. Her konuşma hüznü, ıstırabı, hicranı tazeliyordu ama elden gelen bir şey yok, bu bir gelenekti ve yapılması değil yapılmaması yanlış olurdu.

Şununla bitireyim yazıyı: “Buraya da gelmişti” diyerek son ziyaretinden söz etti ablasının. O ziyaretin vedasına şahit olan birisi ise hatırında kalan bir müşahedesini anlattı Hocaefendi’ye. Merdivenin basamaklarından inerken Nurhayat Teyze her iki-üç basamakta kafasını geriye çevirip merdivenin başında bulunan ve biraz önce odada vedalaştığı kardeşine bakıyormuş. İki-üç adım daha inip bir daha, bir daha, bir daha. Tâ ki merdiven, zemine ulaşıncaya kadar. İhtimal ki dünya gözüyle son görüşü olacağının idraki içindeydi. Böyle bir veda başka türlü izah edilemez gibi geliyor bana.

Mekânın cennet olsun Nurhayat Teyze. Kardeşinle vedalaşırken indiğin o merdivenler şimdi gittiğin ahiret yurdunda Firdevs cennetinde Peygamber Efendimizle buluşmak için çıktığın merdivenler olsun inşallah.

Yokluk ve darlıkla başlayan, çile, ıstırap, üzüntü ile devam eden dünya yaşamında nur gibi bir hayatın olmadığı aşikâr ama ahiretteki hayatın nur gibi olsun. Kabrin nurlarla dolsun.

post hakkında tartışma

Bağlı Kalın

Son Haberler

Tekrar Hoş Geldiniz!

Hesabınıza giriş yapın

Şifre almak

Lütfen şifrenizi sıfırlamak için kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi girin.

Add New Playlist