İnsanların kaderleri olduğu gibi ırmakların da vardır kaderi. Kimi zaman durgun bir keder ırmağı olmak düşmüştür bahtıma. Kimi zamansa bahtım coşkun akan gümrah bir ırmak olmuştur benim. Bir kolum Arda’ya uzanır. Bir yanım Tunca’ya yaslanır. Mısır nasıl ki hediyesi idiyse Nil’in. Ben de öyle hediyeyim doğduğum ve döküldüğüm topraklara.
Orpheus’un lir’ini eline alıp da çalmaya başladığında dağlar, taşlar, kuşlar ve ağaçların o sesi dinlediğini gören de benim. Eurydike’nin aşkından kesilen başının ırmağımın üstüne düşen varlığıyla, korkuya kapılıp. İlk kez o an içinin yangınlarını tutamayıp, taşan da benim. Hırçınlığımla bilinirim.
Asırlardır akmaya alışmış yazgım ve çok hayatlar görmüş pek çok ölüme şahit olmuş gözlerimle ben aynı ırmaktım. Ama benden geçenler aynı insanlar değildi. Aceleleri vardı belli ki.
Birinden, bir yerden kaçıyor gibi korkuluydular. Gece karanlık. Onlar, ay ışığının şavkındaydılar. Merak edip ırmak gözlerimi kocaman açıp baktım. Yanlarında küçük bir çanta kimilerinin. Kimilerinin çantası sırtlarında. Üstlerinde can yeleği yok.
Canları avucumda. Onların haberi yok. Bir ışık, bir karanlık, biraz soğuk, biraz su. Irmak, gecelerin uykusuzu. Bir ırmak ne denli uyanıksa o kadar uyanıktım. Şaşkındım. Bu insanlar kimdi? Bir anneyi seçtim içlerinden. Sırtına bağlamıştı bebeğini. Elinden tutuyordu bir diğerini. Yanındaki adam, eşi olmalıydı. Endişeliydi gözleri. Bir, iki, üç, dört derken, sayıları arttı. Bir minicik botta şu kadar kişi karşıya geçme umudundaydı.
Meriç’tim ben. Bana güven olur muydu hiç? Alışkındım. Göçenlere, ardına baka baka gidenlere. Birinden bir şeyden kaçana alışkındı bahtım benim. Ama bu şartlarda, bu mevsimde, geçit verir miyim? Bilemedim.
Her birinin üstünde günlerin uykusuzluğu. Her biri çok evvel adı konulmuş bir hicretin yolcusu. Dudakları kıpırdıyor her birinin. Bir el çekiyor dikkatimi. Minicik bir el. Pamuk gibi. Annesinin örtüsüne tutunmuş sımsıkı. Korktukça daha sıkı sarılıyor. Annesi bağrına öyle bir basıyor ki, benim içim yanıyor. Annesinin elinden tuttuğu diğer yavru ‘Üşüdüm anne.’ diyor. “Donuyorum, ne olur evimize dönelim!”
HEPSİ ÜRKEK, HEPSİ ENDİŞELİ…
Ayaklarının, üstlerinin başlarının ıslanmasına aldırmadan küçük dünyalarını sığdırdıkları yüklerin ağırlığıyla, bindiler bir bir derme çatma şişme bota. 4 kişilikti bot. Onlar 16 kişiydi. 16 can, 16 nefes, 16 sürgün kalbiydi. Gecenin karanlığında yol almaya başladılar. Hepsi ürkek, hepsi endişeli hepsi dokunsan ağlayacaktılar. Çocuklar vardı; 9 aylık Nurbanu, 2,5 yaşındaki abisi Burhan, bir de Yusuf yüzlü bir Yusuf oğlan.
Üstlerine can yeleği giymelerine dahi izin vermeden yolculuk başlayıverdi. Yavruların annelerinin sinesine daha bir yaklaştıklarını gördüm o anda. Annelerin yavrularını- canlarından bir parçayı- bir elmas kolye gibi nasıl taşıdıklarını. Nasıl sarıldıklarını sonra. Kokladıklarını.
Utanmasam ve ırmak olduğumu unutmasam koyuverecektim gözyaşlarımı. Sakladım. Gidenlerin ardından ben de bakakaldım. Irmaktım elbet ama benim de bir yüreğim vardı. Irmak gözlerimle değil anne yüreğiyle baktım her birine. ‘Ah, dedim ne olur dönün geriye. Bu bot bu yükü taşımaz. Taşısa da fazla dayanmaz, ne olur dönün geri. Sesim karanlık sularda yitip gitti. Ama sanki biri duydu beni. İsminin Gülfem olduğunu duymuştum. Evet. İşte o sanki beni işitmiş gibi, kucağındaki Nurbanu’ya öyle bir sarıldı. Derin karanlık sulara öyle endişeli gözlerle baktı ki. Gülfem, dedim ismi güzelim. Sımsıkı tut yavrunu, bırakma. Başına gelecek olanlara hazırlıklı değilsin ama sen sakın, korkuya kapılma.
“ÜŞÜDÜN MÜ BEBEĞİM”
Bir an içinde oldu bitti her şey. Beklenmedik bir anda bot su almaya başladı, kısa süre içinde alabora olup battı. Gülfem kucağındaki bebekle dondurucu soğuktaki sulara düşüverince, “Burhan” dedi önce. “Yavrum!” “Gökhan beni duyuyor musun?” diye seslendi eşine. Ses yoktu. Babasının kucağındaki minik Burhan suya bir batıp bir çıkıyordu. Bir el hareketiyle kavradı yavrusunu Gülfem. Islak saçlarından su damlıyordu cennet güzeli Burhan’ın. Su yutmuştu, ama yaşıyordu. “Üşüdün mü bebeğim, çok mu üşüdün.” dedi sımsıkı sarıldı son kez sarılır gibi. Bir kucağında Nurbanu, diğer kucağında kızının minik abisi. Artık göremediği ve dakikalar önce vefat eden kocası için ıslak gözlerinden tertemiz yaşlar döküldü. Hıçkıramadı. Haykıramadı. Botta bir can pazarı yaşanmış, bir anne bebeği ile kaybolup gitmiş, bir baba kızına sesleniyordu boşlukta. 16 kişiden 9 kişi kalmışlardı. Batan bota tutunmuş, her şeyin sahibine yalvarmışlardı.
Gülfem, “Burhan” dedi “Oğlum, aç gözlerini. Seni Yaradan’a kurban olayım annem, ne olur aç gözlerini. Nefes al yavrum!” Burhan çok su yutmuş annesinin yorulan kollarında suya batıp çıkmış, çok üşümüştü. Hipotermi yaşıyordu. “Allah’ım!” dedi, “Ne olur evlatlarımı bana bağışla. Esirge onları, eşimin yokluğunu onlarla doldurayım ne olur. Ey Rabbim! Onları annelerine bağışla!” Haykırdı ve yalvardı.
Nurbanu’nun ağzında bir kırmızılık. Kan sızıyordu yavrunun ağzından. Yorulan kollarını, donduran soğuk suyu, karanlığı, yalnızlığı, bir başına kalmışlığı unuttu Gülfem. Kim olduğunu, kimden kaçıp, nereye gittiğini de unuttu. Bir tek unutmadı anneliğini Allah şahit. Ezel yazgısında bir kadına yazılabilecek en acı kaderlerden birini yaşıyor olsa da unutmadı ve yavrularının ölmek üzere olduğunu anladığı o anda avazı çıktığı kadar bağırdı. “İmdat” dedi, “İmdaaat! Kurtarın yavrularımı. Şu daha ağzı süt kokan, pembe rüyalarından ıslak bir botta uyanan, bir tek anneciğinin göğsünde huzur bulan Nurbanu’mu kurtarın. Ne olur kurtarın.” dedi, “Burhanı’mı. Dalgalı saçlı, ceylan gözlü, meraklı bakışlı yavrumu kurtarın! Ölüyorlar.” dedi. Ölüyorum diyemedi…
1 saatin ardından gelebilmişti Sahil Güvenlik. Bir balıkçı teknesi sesi duymuş ve yaklaşmıştı. Gülfem hiç konuşmuyor, titriyordu sadece. Kucağında iki bebeği. Artık hareketsiz ve nefessizdi. Şimdi üşümüyor, soğuk suda donmuyor, acıkmıyorlardı. Anneleri kollarındaki yavruları bıraktı balıkçı teknesine. Yüreğine bir ağırlık gelip oturmuştu. Gözlerini boşluğa dikmiş ve susmuştu. Şoktaydı belli ki. Yaşadıklarına inanamıyordu.
Daha az evvel, karşı kıyıya geçince ne yapıp, nasıl davranacaklarını konuşmamışlar mıydı eşiyle? Birkaç saat evvel anne sütü alan minicik bebeğinin doyurmamış, uykum geldi anne diye ağlayan oğlunu kucağında uyutmamış mıydı? Hayal miydi tüm bu yaşananlar, botun alabora olması kötü bir rüyadan mı ibaretti? Ya o sesler, çığlıklar, eşinin yüzünü son defa gördüğü o an. Babasının kucağından suya düşen Burhan’ı bir hamlede eşinin ellerinden kurtarışı. Ve şimdi bir balıkçı teknesinde yan yana yatan şu yavrular. Az evvel kollarındaki kendi yavruları mıydı? Böyle olur mu, üşüyecekler deyip üstüne bir battaniye atmalıydı. Islanmış saçlarını kurutmalı, onları ısıtmalıydı.
ONLAR CENNET ZAMANINDAYDI
Neden sonra hatırladı. Onlar artık cennet zamanındaydı. Karanlık, dağdağalı bir gecede, bir küçük bottan suya düşünce kaybetmişti çok iyi yüzme bildiği halde eşini. Kucağında sımsıkı tuttuğu bebeklerini de yitirmişti. Bir tek aklını yitirmemişti sanki. Varı yoğu, yavruları gitmişti. Önce sarsıldı bu bilgiyle. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gökyüzüne baktı. Suya baktı. Demek, annelik serüveni bu kadardı. “Allah’ım!” dedi acıyla ve ızdırapla. “Benden sonra yanmasın ciğeri böyle hiçbir annenin. Ve annesiz kalmasın ciğerpareler. Emaneti veren sen, alan da senken, kimi kime şikâyet ederim ben? Sabrını ver Allah’ım. Eksiltme yavrularımın kokularını burnumdan. Sesi kulaklarımda ölene dek çınlasın. Lütfen Allah’ım bundan sonra bu nehirde böyle bir acı yaşanmasın.
Ben Meriç. Hırçın ve asi ırmak. Değil mi ki bu acıyı gördü gözlerim ve duydu kulaklarım bir annenin feryadını. Bundan böyle Keder Irmağı’dır adım ve ismim anılınca daima, emanetlerini koyu karanlık bir gecede, bağrımda, suların içinde sahibine teslim eden gül yüzlü Gülfem’i de hatırlayın.
Dilasa Betül – Yeni Ailem
post hakkında tartışma