KHK’lı Gökhan Açıkkollu bundan üç yıl önce 5 Ağustos 2016’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bodrum katındaki C-3 Nezarethanesinde hayatını kaybetti.
Adli Tıp Uzmanı Şebnem Korur Fincancı imzasını taşıyan rapora göre Gökhan Açıkkollu, işkenceye ve şeker ilaçlarının verilmemesi gibi bir dizi nedenden dolayı nezarethanede kalp krizi geçirdi.
Ölümünün ardından ailesi işkencecilerden şikayetçi oldu. Ancak savcılık “kovuşturmaya gerek yoktur” kararıyla işkence soruşturmasını kapattı.
Oysa eşi Mümine Açıkkollu’nun yoğun uğraşları işkenceyi kanıtlar nitelikte belgeleri ortaya çıkardı. Açıkkollu’yla aynı anda gözaltında bulunan kişiler resmi dilekçelerle işkenceye ilişkin şahit olmak istediklerini bildirdiler.
O gün nezarethanelerde bir avukat ile biri profesör olmak üzere 3 adli tıp uzmanı var. Üç yıldır üstü örtülmeye çalışan ‘işkence ile ölümün’ yakın tanıkları idi onlar. Savcı bu şahitlerden hiçbirini dinlemedi. Açıkkollu’nun işkenceden yarı baygın getirildiğine ilişkin kamera kayıtları ayıklanarak dosyaya konuldu.
Avukatlar 13 günlük kamera kayıtlarının tamamını isterken savcı sadece 1 saat 25 dakikalık kalp krizi anına ilişkin görüntüleri dava dosyasına koydu. BOLD’un ulaştığı o görüntüler bile Açıkkollu’nun ölümündeki ihmalleri ortaya koyuyor.
Görüntülerde Açıkkollu’nun tek kişilik hücrede 5 kişiyle tutulduğu, üç kişiyle aynı yatakta yattığı, krizin başlangıç anında polislerden dakikalarca yardım istediği ancak yardım gelmediği görülüyor. Çaresizce yatağına dönen Açıkkollu bir süre sonra kriz geçiriyor ve hayatını kaybediyor.
15 TEMMUZ AKŞAMI OĞLUMUN DOĞUM GÜNÜNÜ KUTLUYORDUK
Mümine Açıkkollu, eşi Gökhan Açıkkollu gibi KHK’yla mesleğinden ihraç edilmiş bir öğretmen. Eşinin ölümünden sonra üzerine kurulan baskıya rağmen susmadı ve Türkiye’de duyuramadığı sesini uluslararası medya aracılığıyla duyurdu.
Hukuk mücadelesinde elinden geleni yaptı. Kendisine yönelik savcılık ablukası başlayınca iki çocuğunu annesiz de bırakmamak için Meriç Nehri üzerinden Türkiye’yi terk etti. Şimdi bir Avrupa ülkesinde mülteci olan Mümine Açıkkollu, ölümünün üçüncü yılında eşi Gökhan Açıkkollu’yu, onu ölüme götüren süreci ve sonrasındaki mücadeleyi gözyaşlarıyla anlattı.
2 saat süren röportajımızda, 15 Temmuz gecesini anlatarak başlıyor söze Mümine Açıkkollu:
“15 Temmuz oğlumun doğum günüydü. O 15 Temmuz’dan sonra anlamını yitirdi, acıların kaynağı bir gün oldu bizim için. O gün evdeydik. Oğlumun doğum günü için küçük bir hazırlık yapmıştık, hediye almıştık, akşam pasta kesecektik. Aile içerisinde küçük bir kutlama yapacaktık.
Ancak akşam saatlerinde köprülerin kapatıldığını, askerin darbe yaptığını TV’den öğrendik. Gelişmeleri takip ederken eşim tarih öğretmeni olduğu için bu konulara hâkim olduğundan bu darbenin çok garip olduğunu ifade etti.
Evimizin önündeki cadde bir anda insanlarla dolmuştu ve asker veya polis olmamasına rağmen silah sesleri gelmeye başladı. O kadar korkmuştum ki bir yandan dua ediyor bir yandan da kurşun gelme ihtimaline karşı eşim ve çocuklarıma yere oturmalarını söylüyordum. Ardından savaş uçakları alçak mesafede uçmaya başladı. O kadar yüksek bir ses çıkıyordu ki tüm arabaların alarmı çalıyordu. O geceyi korkuyla evde geçirdik. Hayatımda o kadar korktuğumu hiç hatırlamıyorum.
17 Temmuz’da kayınbiraderimin nikah törenine katıldık ve ardından 18 Temmuz’da memleketim Konya’ya ailemin yanına gittik, bunalmıştık. Yorulmuştuk. Memlekette tabi haberleri takip ediyoruz. Televizyonda Hizmet Hareketine ait okulların kapatılacağı haberleri yapılıyordu. Çocukların okullarının kapatıldığını öğrendik. Eşim de çocukların okul kaydını sildirmek ve ödediğimiz ücretleri geri almak için 22 Temmuz’da sabah erken saatlerde hızlı trenle İstanbul’a geri döndü.
Hatta içimizde o kadar sıkıntı vardı ki, istasyonda birbirimize baktık. O diğer tarafa geçmişti, banklardan geçecekti, dönüp ‘hakkını helal et’ dedi. Ben de ‘sen de helal et’ dedim. O son görüşümdü eşimi.
Öğle saatlerine doğru 11.00 gibi beni aradı ve okul müdürünün aradığını ve açığa alındığını bildirdi. Eşim 15 yıl hizmet hareketine bağlı kurumlarda öğretmenlik ve idarecilik yaptıktan sonra 2012 Şubat’ta Milli Eğitim’e geçmişti ve İstanbul’da bir lisede tarih öğretmenliği yapmaktaydı. Açığa alınınca çok üzülmüştü. Onu teselli etmeye çalıştım. Ben de açığa alınmak memuriyetten atılmak değil, geri dönersin diye teselli ettim. Ancak yaklaşık bir saat sonra benim de okul müdürüm beni arayarak açığa alındığımı bildirdi. Böylece birer saat arayla açığa alındık.
Evimizin kredi borcu vardı. Eşim diyabet hastası olduğu için alması gereken ilaçları çok pahalıydı ve bunları düşündükçe hastalığı artıyor ve şekeri yükseliyor, panik atağı tetikleniyordu. Ben de tüm bunlarda bir yanlışlık olduğunu, bu haksızlığın uzun süre devam etmeyeceğini ve en kısa sürede gerçeğin ortaya çıkarak görevimize geri döneceğimizi söylüyordum. Oysaki tüm bunların o çok kötü günlerin başlangıcı olduğunu sonradan öğrenecektik.
Eşim 23 Temmuz’da kızımın okuluna gitmiş ancak aynı gün çıkarılan KHK ile okulların kapatılma kararı alınmıştı. Okulun etrafını polisler sarmış ve eşimi içeriye almamışlar. Okullara el koymuşlardı. Eşim telefonda okula giremediğini, kızımın kaydını sildiremediğini ve ödediğimiz okul ücretini de alamadığını söyledi. Moral bozukluğuyla eve döndü.”
GÖZALTI GÜNLERİ
Açıkkollu’yu ölüme götüren 13 günlük gözaltı süreci ise ilk andan itibaren işkenceyle başlayan bir süreç olmuş:
“Aynı gün akşam polisler eve gelmişler. Apartmanı ayağa kaldırmışlar. Kelepçeyi getirin, kağıtları getirin, gecenin 12’sinde herkesi ayağa kaldırmışlar. Gözaltına alınan biri eşimin ismini vermiş.
Eşimi gözaltına almak ve evde arama yapmak için şahit olarak site yöneticisi bayanı çağırmışlar. Orada yaşananları site yöneticisi bana bizzat anlattı. Ev araması yaparken eşim neyle suçlandığını sormuş ve avukat tutmak istediğini söylemiş. Polisler avukat tutamayacağını, savcı gerek görürse barodan avukat tahsis edileceğini söylemişler.
İlk gelen grup başka polislere haber vermiş ve evde çok fazla polis olmuş. Ardından yüzü maskeli polisler gelmiş ve Gökhan Bey’i elleri arkadan kelepçeleyip ters kelepçeli yüzüstü yere yatırarak salonda sorguya çekmeye, isimler sormaya başlamışlar. Psikolojik ve fiziksel şiddet uygulamışlar. Bunun sonucunda eşim ağır diyabet ve panik atak hastası olduğu için şeker krizine girmiş.
Polisler ağzına şeker vermeye çalışmışlar. Yönetici insülin yapılması gerektiğini söyleyince kelepçeleri çözmeden insülin yapıp sorguya ve şiddete, darp etmeye devam etmişler.
Bu fiziksel şiddet sonucu site yöneticisi rahatsız olmuş ve uyarmış. Hatta o kadar çok darp etmişler ki ‘Ben dayanamıyorum, artık burada kalmak istemiyorum, ne yapacaksanız karakolda yapın ben görmek istemiyorum. Ben Aleviyim bu olaylarla ilgim yok burada kalmak istemiyorum’ demesine rağmen devam etmişler. Çıkmasına izin vermemişler. Polislerden biri ‘Bir de Aleviymişsin, bunlara fırsat verilse seni de öldürürler” demiş. Bu şekilde bir gövde gösterisiyle eşimi gözaltına almışlar.
Arama sonrası eşimin bilgisayarına, telefonuna, çocukların okuluna yapılan ödeme dekontlarına el koymuşlar. Gökhan Bey’i gözaltına alıp arabaya bindirdiklerinde de darp uygulamaya devam etmişler. Eşim doktor raporlarına bunları yazdırmış, arabada da darp ettiler diye. Bu arada eşimi beni de gözaltına almakla tehdit ederek nerede olduğumu sormuşlar. Eşimi götürürken de yanına ilaçlarını ve yedek kıyafetlerini almasına da izin vermemişler.
24 Temmuz sabah saat 07.10’da bir numara beni aradı ve Terörle Mücadele’den arıyoruz, eşinizi gözaltına aldık dedi. Ben eşimin neyle suçlandığını, nereye götürüldüğünü sorduğumda bilgi veremeyiz diye cevap verdi. Avukat tutacağımı söylediğimde ise OHAL’den dolayı avukat tutamayacağımı, savcı isterse barodan avukat tahsis edileceğini söyledi.
Beni arayan numarayı hemen kaydettim ve aynı gün İstanbul’a geri döndük. Eve döndüğümüzde çocuklarla büyük bir şok yaşadık. Evimi tanıyamadım. Taş üstünde taş kalmamış. Arama yaptıklarında bütün eşyalar yerlere saçılmış, her köşe talan edilmiş, balkonlardaki saksıların toprakları bile yerlere saçılmıştı. Bazanın, dolapların içi dışarı boşaltılmış. Her şeyi dökmüşler. Benim bir tek taş yüzüğüm vardı o yoktu. Kutusu açık, yüzük kayıp. Balkonlardaki saksılara kadar topraklarını yere dökmüşler. Evde ne buldunuz ki saksıların içinde ne bulmayı umuyorsunuz! Anlam veremedim bir türlü. Böyle bir muameleyi hak etmediğimizi düşünüyorum.
4 gün boyunca beni arayan numarayı defalarca aradım. Eşimin nerde olduğunu söylemiyorlardı. Her defasında eşimin ağır şeker hastası olduğunu, panik atak geçirdiğini, şekerinin 400, 500’e çıktığını, ilaçlarını ulaştırmak istediğimi, avukat tutmak istediğimi anlatmaya çalıştım. Ancak her defasında azarlanarak burada doktor var gereken yapılıyordur denilip telefon yüzüme kapatılıyordu. Ben eşimin ismini bile sormuyorsunuz diyorum, sürekli kapatıyorlar.
Avukat bulamıyorum, bu esnada TEM’i tekrar arıyorum. Avukat tutmak istediğimi söyledim, tutamayacağımı söylediler. Savcılık talep ederse Baro tahsis edecek dediler. Ben de artık her gün İstanbul Barosunu arayıp savcının eşim için avukat talebinde bulunup bulunmadığını soruyor ve olumsuz cevap alıyordum. Bir yandan kendim avukat bulmaya çalışıyordum ancak korkudan hiçbir avukat bu davaları almak istemiyordu.
27 Temmuz’da akşam saatlerinde Terörle Mücadele’yi tekrar aradım. Cevap veren polise yine aynı şeyleri anlattım. Bu sefer polis memuru eşimin adını alarak kontrol etti ve eşimin İstanbul Vatan Emniyet Terörle Mücadele Şubesi’nde olduğunu, ilaçlarını ve yedek kıyafetlerini getirebileceğini söyledi. Gece vakti ilaçlarını ve yedek kıyafetlerini Vatan Emniyet’e teslim ettik.
29 Temmuz’da İstanbul Barosunu aradığımda savcı Can Tuncay’ın eşim için avukat talep ettiğini öğrendim. Görevlendirilen avukatın ismini ve telefonunu aldım. Aradığımda avukat cevap vermedi. WhatsApp’tan mesaj atınca, sadece WhatsApp’tan görüşebileceğini, telefonla veya yüz yüze görüşemeyeceğini söyledi. O da korkuyordu. Genç bir avukattı. Çok çaresizdik.
30 Temmuz’da mesaj atarak eşimle görüştüğünü yazdı. Israrla aradım ve telefonla görüştük. “Uzun süredir kimseyi görmediği için eşinizin morali çok bozuktu, benimle görüşünce rahatladı.” dedi. Gökhan Bey’e ilaçlarının verildiğini ancak yedek kıyafetlerinin verilmediğini söyledi. Gözlüğünün kırıldığını, onun içi görmekte zorlandığını, şimdilik bantla yapıştırılarak kullandığını, savcılıktan izin alarak varsa yedek gözlük getirebileceğimi belirtti.
Eşimin küçükken bir göz ameliyatı geçirmiş. Özel bir cam kullanıyor, prograsif cam. Sık sık kırılmasın diye pahalı bir fiyata kırılmayan bir cam almıştık. Eşimin gözlüğü kırıldıysa bu düşmekle, gözlüğünü düşürmekle olabilecek bir şey değildi.
Avukata eşimin gözlüğünün kolay kırılmayan özel bir camdan yapıldığını, eşime darp uygulandığından şüphelendiğimi ve savcılığa eşime işkence uygulandığına dair suç duyurusunda bulunacağımı söyledim. Üstelik televizyonda her gün darbeden tutuklanan askerlerin işkence yapılmış, darp edilmiş görüntüleri yayınlanıyordu. Avukata eşimin yüzünde, ellerinde darp izi olup olmadığını sordum. Biraz durakladı. ‘Yok yok’ dedi.
Avukat “Bunlar sonraki işler, şimdi eşinizin ifadesini aldırmaya çalışıyoruz, ben sadece ön görüşme yaptım eşinizin emniyet ifadesi henüz alınmadı.” dedi. Biz yedek gözlük ve kıyafet hazırlayarak Terörle Mücadele Şubesine teslim ettik. Avukat eşimle 3 Ağustos’ta bir kez daha görüşmüş. Bu tarihte de eşimin ifadesinin hala alınmadığını söylemişti.
Yine tabi haber almak için uğraşıyorum. Haseki Hastanesi’ne kaldırıldığını, şeker komasına girdiğini, dört beş saat gözetim altında tutulduğunu, ardından doktorun nezarethaneye dönebilir raporu verdiğini öğrendim. Tabi raporu, ne şartlar altında kaldığını bilmiyorum. Nezarethaneye dönüyor, içeride sık sık panik atak nöbetleri geçiriyor. Koridora çıkartıp hava aldırıp geri getiriyorlar. Haseki’ye birkaç kez gidip gelmişler, birinde 4 saat müşahade altında tutmuşlar.
Adli Tıp Uzmanı Gürol Berber eşimle aynı koğuşta kaldı. O geceyi Ece Sevim Öztürk’e verdiği röportajda anlatmıştı. Eşim cumartesi gecesi gözaltına alınıp götürülüyor, saat 12’yi geçtikten sonra. Ama nezarethaneye sabah 8-9 gibi getiriyorlar. Bu 8-9 saat işkence yapmışlar. Gürol bey, ‘Geldiği zaman çok perişan haldeydi’ demişti. Nezarette bir avukat varmış, onun omzuna yaslanıp ağlamış birkaç defa.
O avukat Silivri’de tutukluydu, dilekçe vermişti, ‘Gökhan Açıkkollu’nun döve döve öldürüldüğüne 15 kişiyle şahidiz, bu konuda bir soruşturma açıldıysa şahitlik yapmak istiyoruz’ diye. Ama onun şahitliğini de almadan savcı dosyayı kapatmıştı.”
13 GÜNLÜK İŞKENCENİN ARDINDAN ÖLÜM HABERİ
Gökhan Açıkkollu, işkenceyle geçen günlerin ardından 5 Ağustos 2016’da hayatını kaybetti. O günü Mümine Açıkkollu gözyaşlarıyla anlatıyor:
“Eşimden uzun süre haber alamadık. 5 Ağustos 2016’da saat 09.00 civarında Terörle Mücadele’den beni aradılar. Acilen Haseki Hastanesine gitmem gerektiğini söylediler. Ben eşimin şeker komasına girmesinden korktuğumu ifade ettim. Polis bu konuda bilgi veremeyeceğini söyledi. Oğlumun okul kaydını yapmak için yoldaydık. Köprü trafiğine girmiştik, hemen gidemedik hastaneye.
Yaklaşık 1 saat sonra tekrar aradılar ve hastaneye gidip gitmediğimizi sordular. Trafikten dolayı henüz ulaşamadığımızı söyledik. Ardından saat 11.00 civarında başka bir polis memuru aradı ve ‘Ben polis memuru Bülent, acilen Adli Tıp Kurumu’na gelmeniz gerekiyor’ dedi.
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Abime Adli Tıp Kurumu’na gitmemiz gerekiyormuş dedim. Oğlum arkada oturuyor. ‘Anne Adli Tıp Kurumu nedir? Orada ne yapılıyor?’ diye sordu. Tahmin ettim tabi muhtemelen otopsi yapılmaya götürülüyor diye. Oğluma belli etmemeye çalışıyorum, ‘Gözaltındakileri bazen kan tahliline götürüyorlar, şimdi gidip öğreniriz’ diyorum. Ama o yol bitmek bilmedi. Ne diyeceğimi bilemiyorum, ağlamamaya çalışıyorum, ağlamadıkça içimdeki ateş büyüdü.
Annesi Asya Açıkkollu, İstanbul Adli Tıp Kurumu, 5 Ağustos 2016 |
Adli Tıp Kurumu’na gittiğimizde birkaç saat beklettiler. Herhangi bir bilgi vermediler. Sancılı bir bekleyişten sonra ‘Gökhan Açıkkolu’nun yakınları gelsin’ dediler. Ne ile karşılaşacağımızı bilmediğimiz için abimler içeri girdi, cenaze teşhisi için çağırdık demişler ve eşimin vefat ettiğini söylemişler.
Abimler cenaze teşhisinden sonra çıkıp kötü haberi bize verdiler. Abim içeri girip çıktıktan sonra ben koştum, ‘Başımız sağolsun Gökhan’ı kaybetmişiz” dedi. Büyük bir acı, büyük bir boşluk hissetmiştim. Orada içimde isyan sesleri yükseldi.
Adli Tıp’ın önündeki araba park yerinde, açılıp kapanan demir parmaklıklı bir kapı vardı. Oraya tutunduğumu hatırlıyorum. Bağırdım alabildiğine, ‘Eşime terörist dediniz, asıl terörist sizsiniz. Sapasağlam teslim ettik cenazesini teslim aldık’ diye. Çok zordu, kızımı düşünüyorum, ona nasıl açıklayacağız durumu. Oğlum donup kaldı, o esnada ağlayamadı.”
HAİNLER MEZARLIĞI
Açıkkollu ailesi yaşadıkları büyük acıyı yüreklerine gömüp, kayıplarının 15 Temmuz’dan sonra icat edilen ve sonra kaldırılan hainler mezarlığına gömülmesini engellemek için mücadele etmek zorunda kalır:
“ Yıkılmıştım ama çocuklarım için dayanmalıydım. Ancak yapılan zulümler burada bitmiyordu. Henüz acımızı yaşayamadan başka acılar yaşattılar. Vefat haberini alıyorsunuz, dünyanız başınıza yıkılıyor. Ama arkasından o acınızı da yaşatmıyorlar size.
Cenazeyi teslim almak istediğimizde İstanbul’a defnedecekseniz teslim etmeyeceğiz ve hiçbir dini gerekliliği yerine getirmeden ceset torbasıyla Pendik’teki hainler mezarlığına defnedeceğiz dediler. Bu duruma itiraz ettim, eşimin ifadesinin bile alınmadığını, suçlu ilan edilemeyeceğini söyledim.
Bu durumda savcıdan kişi için “normal cenazedir” yazısı getirin dediler. Savcılığa gittiğimizde savcı “Şüphelinin ifadesi alınmamış, suçlu olduğu tespit edilmemiş, zaten normal bir cenaze. Ne yazısı istiyorlar?” diyerek böyle bir yazı veremeyeceğini söyledi. Ardından Terörle Mücadele Şubesine gidip eşimin ifadesinin alınmadığına dair bir yazı istedik. Onlar da “Mezarlıklar müdürlüğü bizden resmi yazı talep etsin.” dediler.
Her başvurduğumuz yerden olumsuz cevap alıyorduk. Gittiğiniz bütün kapılar yüzümüze kapanıyor. Yazışmalar günler sürecek Türkiye’deki bürokraside. Eşimin hainler mezarlığına defnedilmesini kabul edemezdim ve memleketime, Konya’ya, defnedilmesine karar verdik.
Eşimle memlekete tatile gittiğimizde ‘Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar, sonra da şu mezarlığa defnetsinler’ diye köyün mezarlığını gösterirdi. Oraya defnetmek nasip oldu.
Memlekete götüreceğimizi söyleyince cenazeyi alabildik ama hava sıcak ilaçlanması gerekiyordu ve Adli Tıp Kurumu’ndaki görevliler ilaçlama yapamayacaklarını söylediler. Yalvarıyoruz, ilacın adını söyleyin, nasıl yapıldığını tarif edin biz yapalım dedik. Sonunda ilacı verip tarif ettiler ve abim ilaçlama işlemini, enjekte işlemini yaptı.
Sonra bir süre de tabut bekledik. Tabuta koyduklarında, tabutun standart dışı bir tabut olduğunu fark ettik. Ebatı farklı, görüntüsü farklı. Sebebini sorduğumuzda İstanbul Büyükşehir Belediyesi logosu olmayan bir tabut ayarladıklarını, belediyenin bu hizmeti vermeyi reddettiğini söylediler. Ayrıca belediye cenaze aracı da vermedi ve kendi imkanlarımızla, kendi aracımızla cenazeyi Konya’ya götürdük. Konya’da da belediye mezar kazmak için iş makinası vermemişti ve ailem ücretli özel bir kepçe kiralayarak mezarı kazdırmıştı.
TIRNAKLARI EN DİPTEN KESİLMİŞTİ!
Yola çıktık gidiyoruz ama yolda bir şey olur mu, çevirirler mi diye de endişeliyiz. Sonra cenaze yıkandı. Biz görüştük, helalleştik eşimle. Çok zayıflamıştı eşim o 13 gün içerisinde. Gördüğüm hali çok zayıftı. Eşimin cenazesi yıkanırken ilerde tekrar otopsi için lazım olur diye saçından ve tırnaklarından örnek istedim. Tırnağından örnek alırken çok zorlandılarlar, çünkü tırnakları çok derin bir şekilde kesilmişti. Kenarlarından zorla örnek alabildiler. Eşim normalde tırnaklarını kesmez, uzayınca koparır. Bu insanlar 13 gün nezarette kaldılar hiç tırnakları uzamaz mı?
Eşimin cenazesini defnederken köyümüzde imam yoktu. O nedenle cenaze namazını bir akrabamız kıldırmıştı. Ancak imam olsaydı cenaze namazını kıldırmayacaktı. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı, 15 Temmuz’dan sonra hizmet hareketine mensup kişilerin cenaze namazlarının kıldırılmamasıyla ilgili bir genelge yayınlamıştı.
Cenazeyi defnettikten 2 gün sonra kaymakam ve savcı muhtarı çağırıp ifadesini almış. “Neden bu cenaze hakkında bize bilgi vermedin, neden buraya defnedilmesine izin verdin?” diye sormuşlar. O da ölüm belgesi olan her cenazenin gömülmesine izin veriyoruz demiş. Ama bu farklıydı demişler. Ben o kadar korktum ki, dedim herhalde mezarından da çıkartıp başka bir yere defnedecekler, o eziyeti de yapacaklar. Çok korkunç günlerdi.”
ZOR GÜNLER VE DIŞLANMA
Eşinin defin işlemlerinin ardından aile İstanbul’a döner. Ancak Mümine Açıkkollu için dışlanmayla mücadele edeceği günler ve iki çocuğuyla ayakta kalma çabası başlar:
“Cenaze defin işlemlerinden sonra İstanbul’a geri döndük. Benim öğretmenlikte gecem gündüzüm öğrencilerim olmuştu. Öğrencilerimde bütün tahammül sınırlarımı kullanıyordum, eve gelince kendi çocuklarıma tahammülüm kalmıyordu. Site içinde öğrenci velilerim vardı, selamı sabahı kestiler. Apartmanda inip çıktıkça ben selam veriyordum. Her gün arayan insanlar, çocuklarıyla ilgili rehberlik yapmamı isteyenler, okulla ilgili ricada bulunanlar, onlar gitmişler hiç selam sabah vermeyen insanlar gelmişlerdi. Bazen nefsim konuşuyor, hepsi boşunaymış, hak etmemişler diyorum. Sonra diyorum ki sen onları Allah rızası için yapmıştın, kimsenin takdiri taltifi için yapmamıştın.
Hatta bazıları o kadar ileri gitmişler ki, başka birinden duymuştum. Ben çocukları arabayla okula götürüp getiriyordum. Yağmur, kar olunca da sitedeki çocukları arabaya alıyordum. Komşulardan biri, ‘o kadar şey yaşadılar, bunların çocukları hala rahat ediyorlar, karda yağmurda hala arabayla gidip geliyorlar’ demiş.
Bu kadarı bile kıskançlık sebebi oluyor. Benim arabayla gidip gelmem bile o kadar rahatsız etmiş ki onları. Biz tamamen sefil hayata düşecektik, belki cami kenarında dilenci olsaydık çok hoşlarına gidecekti. 23 yıldır devlet memuruyum, bir arabam olmuş çok mu! Onca çektiğiniz sıkıntıda destek olmayı bırakın, hala neden sefil olmadılar anlayışıyla yaklaşan insanlar vardı.
KIRIK GÖZLÜK
Mümine Açıkkollu’nun mücadelesinin bir yanı da, eşini ölüme sürükleyenlerden hesap sorabilmek için delil toplama çabası olur:
“Eşimin ölümünden sorumlu olanların, ona işkence yapanların tespit edilip yargılanmasını istiyordum. Onun için 12 Ağustos 2016’da İstanbul Asayiş Şubesi Cinayet Bürosu’na suç duyurunda bulundum. Aynı zamanda avukat arama çalışmalarına devam ettim. En sonunda bir avukatla anlaştım.
Cinayet büronun topladığı deliller sonucu savcılık soruşturma açtı ve avukatımız davayı takip etmeye başladı. Bu arada ben de eşimin ölümü ile ilgili şahitler bulup ifadelerini avukat ile paylaşıyordum. Terörle mücadeleyi arayarak eşimin kalan eşyalarını teslim almak istediğimi söyledim. Eşyaları teslim alırken başka bir yıkım daha yaşayacaktım. Çünkü eşim gözaltına alındıktan 4 gün sonra götürebildiğim ilaçlarının hiçbirisi kullanılmamıştı. Tamamını bana geri teslim ettiler.
Üstelik teslim edilen eşyaların arasında eşimin kırık gözlüğü de yoktu. Gözlüğü ısrarla istedim. Çöpe attıklarını bulamayacaklarını söylediler. Ben de eşya teslim tutanağına gözlüğü vermediklerine dair şerh düşerek imzaladım. Bu şerh sonucu polis memurlarıyla büyük bir tartışma yaşadım. Şerh düşemeyeceğimi, kâğıdı yeniden imzalamam gerektiğini söylediler. Ben de kabul etmeyip şerh düştüğüm evrakla eşyaları teslim alıp çıktım. Çıktıktan 10 dakika sonra arayıp, gözlüğü bulduklarını ve geri gelip teslim alabileceğimi söylediler. Tekrar geri dönüp şerhi kaldırarak gözlüğü teslim aldım.”
SAVCILIK DELİLLERE, ŞAHİTLERE RAĞMEN İŞKENCE DOSYASINI KAPATTI
Mümine Açıkkollu bu süreçte eşinin işkenceyle öldüğünü delilleri ve şahitleriyle ortaya çıkartır ancak savcılık dosyayı kapatır:
“Eşim 13 gün nezarethanede kalmıştı ve kamera kayıtlarını talep etmemize rağmen sadece vefat ettiği zamana denk gelen 1 saat 25 dakikalık kamera kaydını dosyaya koymuşlardı. 13 günlük nezarethane kayıtlarını vermediler. Kalp krizi geçiriyor, müdahale başlıyor, ambulans çağırıyorlar, o 1 saat 25 dakikalık görüntü. İki CD halinde verdiler bu görüntüleri ama maalesef biri açılmadı.
Sadece kalp krizi geçirdiği ve nezarethaneden dışarı çıkarıldığı an var bu kayıtlarda. Açılmayan CD’de ne olduğunu kamera kayıtlarının çözümlerinden okudum. Önce sandalyeye, sonra masaya yatırılıyor. Sonra iki adli tıp uzmanı kalp masajı yapıyor. Onun öncesinde eşimin nezarethaneye girişi çıkışı, düzenli yemek verildi mi verilmedi mi, bu giriş çıkışlarda sapa sağlam giderken, dönüşü nasıl oluyordu. Dönüş görüntüleri nasıldı, onların hiçbiri yok maalesef.
Savcılığın soruşturma dosyasının bir nüshasını avukatım aracılığıyla temin ettim. Günlerce dosyanın üzerinde çalıştım. Dosyayı incelediğimde, Türkiye’nin de taraf olduğu İstanbul Protokolü ve Minnesota Protokolü’nün defalarca ihlal edildiğini gördüm. Yapılan otopside Adli Tıp Kurumu ölüm sebebini belirleyememiş ve dosyayı Adli Tıp Yüksek Kurulu’na göndermiş. Yüksek Kurul raporunda ölüm sebebinin miyokart enfarktüsü olduğunu belirtmişti. Otopsi fotoğraflarının bize verilmesi gerekirken onları da vermemişlerdi.
Savcılıktan temin ettiğim dosyada eşim her doktor kontrolüne kendisine darp uygulandığını belirtmiş, yüzüne yüzlerce kez vurulduğu, yüzünde, başında ve vücudunun çeşitli yerlerinde ekimozlar olduğu, ilk gözaltına alındığı gece kaburgasına atılan tekme sonucu çok ciddi ağrılar çektiği (ki otopside o bölgede kaburga kırıkları tespit edilmiştir), başına defalarca vurulduğu için saçı deride kanama odakçıkları olduğu, yüzüstü yatırılıp sırtına dizleriyle bastırıldığı için sırtında morarmalar olduğu, çok ağır küfürler edildiği dosyalarda açıkça doktorlar tarafından yazılmıştır.
Ayrıca 28 Temmuz 2016’da eşim yine şeker krizine girmiş, Haseki Hastanesi’ne götürülmüş ve 4 saat hastanede kaldıktan sonra tedavisi devam etmesi gerekirken nezarethaneye geri getirilmiş. Vefat ettiği gün yine sorgulanmak üzere götürülmüş ve yine işkence uygulanmış. Akşam nezarethaneye geri getirildiğinde göğsünü tutarak gelmiş ve göğsünün çok ağrıdığını söylemiş.
Olayın olduğu yaklaşık 1 saatlik kamera görüntüsü çözümlerinde eşim yattığı yerde sürekli dönüp duruyor. Sonra kalkıp parmaklıkların önüne geliyor ve görevlilere sesleniyor. Kimse ilgilenmiyor. Zaten o esnada çoğu polisin görev yerini terk ettiği alınan ifadelerde mevcuttur. Kimse ilgilenmeyince tekrar yatıyor ve ardından kasılmaya başlıyor. Yanında kalanlar müdahale ediyor ve 2 kişi parmaklıklara yaklaşıp görevlileri çağırıyor. Görevliler diğer nezarethanede gözaltındaki doktorları çağırıp müdahale etmelerini istiyorlar. İlk müdahaleyi yapan gözaltındaki doktorların ifadelerine göre solunum ve nabız durmuş, yapılan kalp masajına yanıt alınamıyor. Onlar müdahale ederken 112 acil yardım ekibi geliyor. Onlar da 30 dakika canlandırma çalışması yapıyorlar ancak sonuç alınamıyor. Ardından Haseki Hastanesi’ne götürülüyor ve hastanede öldüğüne dair kayıt tutuluyor.
Nezarette olup da daha sonra tutuklanan bir adli tıp uzmanı avukatı aracılığıyla bana ulaştı ve eşimin nezarethanede vefat ettiğini, kendisine çok işkence yapıldığını, konuyla ilgili dava açılmışsa şahitlik yapacağını bildirdi. Aynı kişi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığında eşimin nezarethanede yaşadıklarını bir gazeteciye de anlatmıştı.
Ayrıca yine eşime aynı nezarette kalan ve tutuklanıp Silivri’ye gönderilen Avukat E.E.B. kaldığı cezaevinden bir ihbar mektubu yazmış ve savcılığa göndermiş. İhbar mektubu savcıdan aldığım soruşturma dosyasında mevcuttu. Mektupta Gökhan Bey’in döve döve öldürüldüğüne, bu konuda kendisi ile birlikte en az 15 kişinin şahit olduğunu belirtmiş ve açılan bir dava dosyası varsa kendisine bildirilmesini ve bu konuda şahitlik yapacağını bildirmiştir. Bunca delil ve şahit olmasına rağmen savcı Burhan Görgülü delilleri dikkate almadan, şahitleri dinlemeden 20 Aralık 2016’da dosyaya takipsizlik kararı verdi.
Bütün bunlara rağmen, şahitler olmasına rağmen, benimle bizzat irtibat kuran birkaç şahit olmasına rağmen, onları da şahit olarak yazdırmamıza rağmen, savcı hiçbirini dinlemedi ve dosyayı kapatma kararı aldı, ‘kovuşturmaya yer yoktur’ dedi.
Biz itiraz ettik tabi ki. Eldeki tüm deliller, doktor muayeneleri ve Adli Tıp Kurumu otopsi raporları ile birlikte Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na ek otopsi raporu için başvurduk. Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, veriler ışığında yeni bir otopsi raporu oluşturdu. Bu raporun sonucuna göre her ne kadar ölüm sebebi kalp krizi dense bile kişinin ilaçlarına ulaşmasının engellenmesi, sürekli darba maruz kalması, panik atak seviyesinin artması sonucu gündüz yaşadıklarını gece “flashback” olarak tekrar yaşaması gibi etkenler kalp krizini tetikleyen unsurlardır.
Sonuç olarak “Gözaltında maruz kaldığı muameleler kalp krizine sebep olmuştur.” şeklinde rapor vermiştir. Bu raporla birlikte, verilen takipsizlik kararına Ocak 2017’de itiraz ettik ve temmuz ayında itirazımız kabul edildi. Ancak 2 yıldır dosyada hiçbir ilerleme kaydedilemedi.
Eşim 13 gün resmi ifadesi alınmadan her gün işkence edilerek sorguya çekildi. Bu 13 günün ayrıntılarını onunla aynı nezarethanede kalanlardan öğrendim. Eşim gece yarısı gözaltına alınmasına rağmen sabah saat 8-9 civarında nezarethaneye getirilmiş. Geldiğinde bitmiş, perişan bir haldeymiş. Yaşadıklarını nezarethanedekilere anlatmış.
Yaklaşık 9 saat boyunca işkence edilmiş ve sürekli arkadaşlarının isimlerinin verilmesi istenmiş. Bu vefat edene kadar devam etmiş. O dönem nezarethanede kalan Gürol Berber gözlüğünün nasıl kırıldığını da anlatmıştı. Sorgulamak için eşimi götürmüşler. Polisin birisi neden yüzüme bakıyorsun diye eşime tokat atmış. Eşim yere bakmaya başlayınca bu sefer neden yere bakıyorsun diye vurmuş. Ardından yere yatırıp sırtına dizleriyle basmışlar ve saatlerce şiddet uygulamışlar. Eşim nezarethaneye döndüğünde gözlüğü kırıkmış ve göremediği için bantla yapıştırmışlar. Eşim işkencelere dayanamayarak “Artık ne yazarsanız yazın imzalayacağım.” demiş. “Hayır biz bir şey yazmayacağız, sen isim vereceksin demişler.”
COB İŞKENCESİ
Mümine Açıkkollu, eşine coblu işkence de yapıldığını dava dosyasından okuduğunu söylüyor:
“Ben doktor raporlarının hepsini tek tek inceledim. Doktorlara belki de ifade edebildikleriydi onlar. İfade edemedikleri nelerdi bilmiyorum. Tazminat davası dosyasında avukatın yazdığı bir ifade var. Cop işkencesinden bahsediyor: “.. isimli şahısların işkenceye dair şahitlik edebilecekleri, müteveffaya cop sokulmak suretiyle onur kırıcı ve kötü muamele gerçekleştirilerek aşağılandığını, dilekçesinde açıkça yazmıştır” ifadesi raporlarda geçmiyor ama tazminat davası dosyasında geçiyor. Yani her türlü işkenceyi yapmışlar isim alabilmek için. Avukat, eşimle aynı nezarethanede kalan, eşimle görüşen kişilerin ifadelerinden yola çıkarak bunu eklemiş dosyaya.
22 Ağustos 2017 İçişleri Bakanlığı’na maddi manevi tazminat davası açtık. Şu an bekletme kararı alındı. Sulh cezadaki ölümüne dair dosyada herhangi bir ilerleme olmadığı için.
Eşimle aynı nezarethanede kalan başka birinin -ismini vermek istemiyorum- mahkemesi oluyor, aradan yaklaşık 1, 1.5 yıl sonra. O bey ilk mahkemeye çıkıyor ve daha kendini savunmadan ‘ben Gökhan öğretmene yapılanları anlatmak istiyorum’ diyerek işkenceleri anlatıyor. Bunlar dosyada nasıl yer alıyor bilmiyorum. Savcı tüm bu delillere rağmen işkence soruşturmasını kapattı. 12 Sulh Ceza itirazımızı kabul etti Temmuz 2017’de ama şu aşamaya kadar hiçbir ilerleme olmadı maalesef. Göreve iade yazılarından sonra dosyaya gizlilik kararı koydular. Ve bu gizlilik kararından dolayı da şu an dosya hangi aşamada bilmiyoruz.”
SESİNİ DUYURMA ÇABASI VE MÜMİNE AÇIKKOLLU’NUN GÖZALTINA ALINIŞI
Mümine Açıkkollu, sesini yabancı basında duyurmaya çalışınca Gökhan Açıkkollu’yu gözaltına alan savcı bu kez onun kapısına polisleri gönderir:
“Eşimin vefatından sonra hukuki mücadeleye başlamıştım ama hukuk bittiği için hiçbir şey yapılmıyor, suçlular yargılanmıyordu. Her gittiğiniz kapı yüzünüze kapanıyor. Avukat tuttuk ama bir yandan da yurt dışında sesimizi duyurmaya çalışıyorduk. Eşimin başına gelenler başkasının da başına gelmesin, tüm dünya bu yaşananları duysun diye yabancı gazetecilerle, radyocularla görüşüp sesimi duyurmaya çalıştım. New York Times’tan bir kadın gazeteciyle randevulaşmıştık. Pazartesi gün görüşecektik. Cuma günü gözaltına alındım. 24 Şubat 2017’de. Sabahleyin polisler kapıya geldiler, hakkınızda gözaltı kararı var, sizi götüreceğiz dediler.
Bu arada 29 Ekim 2016’da yayımlanan 675 sayılı KHK ile 23 yıllık memuriyetimden 1 gecede atıldım. Oğlum bilgisayar mühendisliği hayalinden vazgeçerek hukuku belki biz geri getiririz diye hukuk okumaya karar verdi. Tüm düzenimiz bozulmuştu. Ailem ve çocuklarım benim de tutuklanacağımdan ve işkence göreceğimden endişe duyuyorlardı. Çocuklarım babaları kaybetmişlerdi ve annelerini de kaybetme korkusu yaşıyorlardı. Her kapı zilinde, her asansör sesinde acaba polis mi geldi diye irkiliyorduk.
Bu korkuları yaşarken eşimin vefatından 6 ay sonra, oğlumun üniversite sınavına 2 hafta kala, 24 Şubat 2017 tarihinde sabah saatlerinde evimize polisler geldi ve gözaltına alındım. Gözaltı kararı veren savcı eşimi gözaltına aldıran Can Tuncay’dı. Bana eşimin dosyası ile ilgili sorular sordu. Tanıdığım, bildiğim kişileri söylememi, isim vermemi istedi. Ben de isim vermeyince “Hiç yardımcı olmuyorsun, seni tutuklayacaktım ama yaşlı anne ve babanla beraber yaşıyormuşsun onun için seni serbest bırakıyorum.” dedi. Savcıya ‘Allah’ın adaletine güvenim sonsuz. Burada olmazsa Allah ahirette karşımıza çıkaracak ve hiçbirine hakkımı helal etmiyorum’ dedim. Bir ay sonra da evime yurtdışı yasağı konduğuna dair bir evrak gönderdi.
EKONOMİK OLARAK AYAKTA KALMA ÇABASI VE GÖKHAN AÇIKKOLLU’NUN AKLANIŞI
Mümine Açıkkollu, ailesini ekonomik olarak ayakta tutmaya çalışırken eşinin mezarda aklandığı haberini alır:
“Evde boş durmayı da çok sevmiyordum. Örgü örmeyi seviyordum, hem terapi olur hem de örgü örüp satarak biraz evin maddi ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştım. Sonra erişte kesip satmaya başladım. Böyle günlerimiz geçiyordu. Ortalık biraz durulmuş gibiydi.
Aradan bir yıl geçtikten sonra Şubat 2018’de eşimin son çalıştığı okuldan bir telefon geldi. Arayan kişi eşimin göreve iade edildiğini söyledi. Önce bunun kötü bir şaka olduğunu düşündüm ama arayan gayet ciddi bir ısrarla evrakı imzalamam gerektiğini söylüyordu. Önce istemedim, o belgeyi almak istemediğimi söyledim. Telefonu kapattım. Sonra neden almıyorum, bu eşimin masumluğunu kanıtlayan bir belge dedim ve okula gidip kâğıdı imzalayıp aldım.
Veli Saçılık ve Gökhan Özbek |
Daha önce irtibat kurduğum bir gazeteciyle bu yazıyı paylaştım. Haberlerde ve sosyal medyada bu olay yayılınca büyük ses getirdi. Masum bir insanın ölümüne sebep olan bir devlet, devlet demeyelim de kendini devlet olarak gösteren zalim insanlar var. Her kesimden ciddi tepkiler oluştu. Eşimin mezarını ziyaret edenler oldu. Veli Saçılık, Gökhan Özbek ve onlarla birlikte KHK’lı Mustafa Bey aile dışından eşimin mezarına ziyaret eden ilk kişilerdir.
Konuyla ilgili yine gazetecilerle, insan hakları aktivistleriyle, CHP sözcüleriyle görüştüm. RS FM de Yavuz Oğhan’ın programına katıldım. Kemal Kılıçdaroğlu konuyu meclis gündemine taşıdı.
HEDEF GÖSTERME
Göreve iade haberleri çok ciddi ses getirince bu sefer eşimin masum olmadığı, aslında o kağıdın bir göreve iade yazısı değil de görevinden ihraç olmadığı için rutin bir prosedür olduğundan bahsettiler. Müsteşar çıkıp açıklama yaptı. Sonra bu konu CHP’nin ilgisini çekti. Kılıçdaroğlu CHP Grup Toplantısında ele aldı konuyu, derken baktılar ki iş sarpa sarıyor. Teamül dışına çıkarak başsavcılık çıkıp açıklama yaptı. Vefatında da açıklama yapmışlardı. O kişinin ilaçları verilmiştir diye. Ki ben eşyalarını teslim aldığım zaman eşimin ilaçlarının hiçbirinin kullanılmadığını görmüştüm. Böyle ortalık karışınca arkasından biz hedef gösterilmeye başlandık.
Tüm bunların sonucunda yandaş medya da beni ve oğlumu hedef gösteren yazılar yazmaya başladı. Süleyman Özışık aldı yandaş bir gazeteci 1 Mart 2018’de “Suçsuz dedikleri adama bakar mısınız” başlığıyla yazdığı yazıda adımı, soyadımı açıktan belirterek benim de terör örgütü üyesi olduğumu iddia etti. Eşimi orada anlatmış kendince, benimle ilgili de örgüt üyesiydi vesaire diye. Oğlum da o okullara gitti diye. Oğlumun ismini kısaltarak benim ismimi açıktan hedef göstererek yayınladı.
Bu yazı yayınlandıktan 5 gün sonra 6 Mart’ta savcı Can Tuncay hakkımda iddianame hazırlamış, henüz iddianame kabul edilmeden 7 Mart’ta basında yer almıştı. Gazetelerde hakkımda 7,5 yıldan 15 yıla kadar hapis istendiği yazıyordu. 14 Mart 2018’de 23. Ağır Ceza Mahkemesi iddianameyi kabul etmişti. Artık burada bize hayat hakkı yoktu.”
ÜLKEYİ TERKEDİŞ
Mümine Açıkkollu tutuklanıp çocuklarını babasızlığın ardından annesiz de bırakma ile ülkeyi terk etme ikilemi arasında kalır. Bu arada oğlu, üniversite giriş sınavlarında yaşadığı büyük travmaya rağmen ilk 2700’e girer. Bu da ikilemi artıran bir durum olur:
“Ailemde, çocuklarımda ve bende eşimin başına gelenlerin benim de başıma geleceği korkusu yeniden başladı. Artık Türkiye’de daha fazla kalamayacağımızı anladım. Çok zorlu bir süreçten sonra ölümü de göze alarak çocuklarımla ülkeyi terk etme kararı aldım. Çünkü böyle baskı altında yaşamak ölmekten daha beterdi. Bu karar elbette bizim için çok zordu tabi. Eşimin vefatından sonra 2016-2017 eğitim öğretim yılında oğlum üniversite sınavlarına girecekti. Üniversite ilk sınavına girmeden önce ben gözaltına alındım. Giderken tembihlerde bulunarak gittim. Kızıma diyordum ki ‘Polislere bir şeyler anlatıp hemen geri geleceğim.’ Oğluma da diyordum ki ‘Derslerini çalışmayı kesinlikle bırakma.’
Oğlum, o dönemde hedefini tamamen değiştirmişti. Normalde fen lisesi öğrencisiydi. Bilgisayar mühendisi olmak istiyordu. Ama hukuk okumaya karar verdi. Çalıştı gece gündüz. Bunca badireler atlatmasına rağmen Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesini burslu olarak kazandı, 2700’lere girdi.
Eğitim hayatına orada başlamıştı. Bunca emeği var, tutuklansam bile onun emeği acaba boşa gitmese diye çok tereddütler yaşadım, git gel yaşadım. Ama eğer tutuklanırsam çocuklarım tamamen, baba da yok başlarında desteksiz kalabileceklerini, psikolojik olarak çökebileceklerini düşündüm. Sonra olmayacak bu iş dedik ve 18 Nisan 2018’de Meriç Nehrinden geçerek ayrıldık Türkiye’den. Korkulu bir yolculuktan sonra Yunanistan’a geçtik. O kadar çok yürümüştük ki ayak tırnaklarım morarmıştı ve 2 ay sonra tırnaklarım çıktı. Ama özgürlük için her şeye değerdi. Kızım Yunanistan’dayken günlüğüne şu ifadeleri yazmıştı. “Biz Yunanistan’a geçtik çünkü annemi bizden ayırmak istediler. Sonra ne oldu derseniz annemi bizden ayıramadılar.” Bu ifadeleri okuyunca çocuklarım için de doğru bir karar verdiğimi anlamıştım.
“BABA DEMEYİ ÖZLEDİM”
Mümine Açıkkollu’nun hukuk mücadelesi yanında ailesini ayakta tutma çabası da oldukça zorlu geçer:
Gökhan Açıkkollu, kızı Zeynep Munise ile birlikte okuma bayramında, Mayıs 2016 |
“Çocuklar babasını kaybedince büyük bir travma yaşamışlardı. Özellikle kızım ilk zamanlar babasından hiç bahsetmiyor, benim yanımda baba demeyin diye kızıyor, birisi baba deyince o ortamdan uzaklaşıyordu. Bir süre psikolojik destek aldırdım.
Her baba dendiğinde irkiliyordu, etrafına bakıyordu. Çocuklarımın yanında kendi babama baba diyemiyordum. Kocaman bir boşluk açıldı hayatlarında. Hani hem anneleri hem babaları oldum deniyor ya, hikaye. Babanın boşluğu kesinlikle doldurulmuyor. Ne kadar doldurmaya çalışırsanız çalışın. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, kızımın ‘Anne ben baba demeyi özledim’ cümlesindeki o boşluğu dolduramazsınız. Baba kelimesi literatürlerinden çıktı artık. Bir anne için en acı şeylerden biri çocuğunun “Anne ben baba demeyi özledim” dediğinde çaresiz kalmasıdır. Ben bunu sürekli yaşıyorum.
Avrupa’ya geldikten sonra kamplarda çocukların babalarıyla iletişimlerini gördü. Gündüz çok fark ettirmemeye çalışıyordu ama akşam odasına çekildiği zaman ‘Anne uyuyamıyorum, içimde kocaman bir şey hissediyorum bu boşluk mu özlem mi anlayamıyorum’ diyordu. Ben hep onu teselli ediyordum. Bir 15-20 yıl daha mı birlikte yaşamak istersin yoksa sonsuza kadar mı birlikte yaşamak istersin babanla. O şimdi cennette, onunla sonsuza kadar birlikte yaşama imkanımız var, eğer biz de iyi insan olursak diye…
Bir gün yine ağlıyordu. ‘Arkadaşlarıma babaları hediye alıyorlarmış’ dedi. Ben de ‘abinle ben de sana hediye alıyoruz’ dedim. ‘Anne beni anlamıyorsunuz babaları alıyormuş diyorum size, babaları alıyormuş’ dedi. O zaman anladım o boşluğu dolduramayacağımı. Ne kadar çabalarsam çabalayım… Bazen de “Anne içimde bir his var anlayamıyorum, boşluk mu yoksa özlem mi?” diye soruyor.
Fatih’i de açmaya çalışıyorum. Konuşsun atlatsın diye. O konuşmaktan hoşlanmıyor, duygularını paylaşmayı istemiyor. Bir anda evin erkeğiyim, güçlü olmalıyım, destek olmalıyım moduna büründü. Ben dedim ki ‘sizi ayakta tutmak benim vazifem, senin böyle bir görevin yok. Sen duygularını yaşa, üzüntünü zamanında at, ileride bunları yaşayamazsan daha büyük bir şekilde patlak verecek.’
O konuşmayınca ben duygularımı anlatmaya başladım; ilk dönemlerde çok üzüldüm, sonra kızgınlıklarım oldu babana karşı. Neden bırakıp gittin pes ettin diye. Hani gidene mi zor kalana mı zor. Sonra pişmanlıklarım oldu, hiçbir birimizi kırmasaydık dedim. Sen neler yaşıyorsun, ben sürekli gelgitler yaşıyorum dedim. Aynı şeyler anne, konuşmak istemiyorum, açma bu meseleleri dedi. Artık açmıyoruz.
TOLSTOY’UN DEDİĞİ GİBİ…
Şimdi bir Avrupa ülkesinde kırık dökük yanlarımızla özellikle çocuklarımız için yeni bir başlangıç yapmaya çalışıyoruz. Bu dönemde ben bu kadar büyük acıyı yaşadım çocuklarımla birlikte. Hep dualarla inancımızla ayakta kaldık. Ama her defasında bir olay duyduğumuzda o acıyı yeniden yaşıyoruz.
Bu günler geçecek, cezaevindekiler ailelerine kavuşacak, bir anlamda o acılar bitecek ama bizim hep bir tarafımız eksik kalacak. Bazen yaşamak anlamsız geliyor. Toprağın altının üstünden hayırlı olduğu dönem. O acılara katlanmak için ölmeyi tercih edersiniz. Gündüz acınızı yüreğinize gömüp, o acıları gece yaşamanız gerekiyor. Seccadeyi ıslatarak ağlayıp dua etmek nasılmış merak ederdim, bu süreçte hayatta ağlamadığım kadar ağlamışımdır. Başkalarının acılarını hissetmediğim kadar hissetmişimdir. Tolstoy’un dediği gibi, ‘Bir insan acı duyuyorsa canlıdır, başkasının acısını duyuyorsa insandır.’
ÜLKEM ADINA ENDİLEŞİYİM
Gelecek adına ümitliyiz ancak ülkem adına, Türkiye’deki ve dünyadaki zulüm gören insanlar adına hala endişeliyiz. Suçsuz yere on binlerce insan, binlerce anne, yüzlerce bebek cezaevinde eziyet görüyor.
Yüz binlerce insan işinden atılmış, açlığa terk edilmiş durumda. Tüm bunlar büyük bir insanlık ayıbıdır. Bu nedenle tüm insanlık olarak zulümlere dur demek gerekiyor. Eşim için artık çok geç ama diğer insanlar için hala bir şeyler yapılabilir. Bunun için tüm insanlık olarak el ele vermeliyiz. Diliyorum ki haksız yere hapsedilenler özgürlüğüne, çocuklar anne babalarına, işinden olanlar mesleklerine kavuşsun. Artık hiçbir çocuk “BABA demeyi özledim, ANNE demeyi özledim” demesinler diye. Diliyorum ki tüm dünyada zulümler son bulsun.
Mümine-Gökhan Açıkkollu çifti 29 Ağustos 1998’de evlendi. 18 yılın bitmesine 24 gün kala Mümine Açıkkollu eşini kaybetti. |
Açıkkollu ailesi, mutlu günlerinde. |
GÖKHAN AÇIKKOLLU DOKTOR RAPORU
GÖKHAN AÇIKKOLLU KOVUŞTURMAYA GEREK YOKTUR BELGESİ
GÖKHAN AÇIKKOLLU’YA KALP MASAJI YAPAN VE ÖLÜMÜNE TANIKLIK EDEN ADLİ TIP UZMANI PROFESÖRÜN İFADESİ
SEVİNÇ ÖZARSLAN – BOLD MEDYA
post hakkında tartışma