ADEM YAVUZ ARSLAN
Bugün 11 gün oldu sevgili babamı toprağa vereli.
Hala inanmak istemiyorum. Sanki gerçek değilmiş gibi. Babam telefonun olmadığı bir yere gitmiş, bir kaç güne dönecekmiş ve yine telefonu açıp ‘oğlum’ diyecekmiş gibi hissediyorum.
Sonra bir kaç saniyelik cenaze ve mezarlık videosunu izliyorum. O zaman içime çöken acı nefesimi kesiyor. Bilmiyorum ne kadar sürede kabullenebileceğim ama babam artık yok.
Güçlü görünmeye, metanetli davranmaya çalışıyorum ama olmuyor. Kendimi başka işlere veriyorum; 15 Temmuz dosyalarına dalıyorum ama baktığım her yerde babamın tebessüm eden çehresini görüyorum.
Zihnimi meşgul etmek için ne kadar uğraşsam da dönüp dolaşıp bu acı gerçeğe tosluyorum; Babam artık yok.
Bugüne kadar sayamadığım kadar çok köşe yazısı yazdım ama en zoru bu olacak. Çünkü babamı anlatmak kolay değil. En azından hakkını verebilecek miyim emin değilim.
Yanlış anlaşılmasın; öyle sıradışı bir hikayesi yoktu babamın. Hatta tipik bir Anadolu insanıydı.
Türkiye’nin yokluk-yoksulluk yıllarında, 1938 yılında doğmuş, bir Yörük olarak Toros yaylalarında keçi otlatarak büyümüştü.
Köyde okul yokmuş ve ilkokula başlaması 10 yaşını bulmuş. Babasını da çok erken yaşta kaybedince hayat daha da zorlaşmış. 20’li yaşlara geldiğinde ‘devlet’le tanışmış.
Çünkü dönemin yönetimi Toros yaylalarında kontrolsüz olarak dolaşan Yörüklere ‘Şehre inecek ve bundan sonra orada yaşayacaksınız’ talimatı vermiş. Onlar da ovaya inip çiftçiliğe başlamışlar.
Babam her Anadolu köylüsü gibi çok çalışıp az kazanıp zorluklara göğüs germişti. Hatta tüm hayatı böyle geçti diyebilirim. Ama babamın benim üzerimde en çok etki bırakan tarafı da burasıydı.
Çok çalışır, az kazanır ama kimseye minnet etmezdi.
Erken kalkar ve işe koyulurdu. Üzerine güneşin doğduğunu bilmezdik. Bize öğrettiği en önemli şey ise harama el uzatmamak oldu. Bir de cömertliği meşhurdu. Hatta bu cömertliği yüzünden çok hakkı yenmiş, çok dolandırılmıştır ama o bu özelliğinden hiç vazgeçmedi.
Köyde yaşayan, zar zor geçinen bir adamın ne malı mülkü olacak da başkasına dağıtacak demeyin, önemli olan niyetti ve babam bu ‘huyu’nu son nefesine kadar değiştirmedi.
Cumhuriyetin ilk yılları ve ekonomik şartlar nedeniyle babam okula devam edememişti ama en büyük hedefi çocuklarını okutabilmekti. Bu arada şu notu da düşeyim; babam okula devam edememişti ama aklı ve vicdanı hür birisiydi. Mesela benim adımı 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sırasında öldürülen gazeteci Adem Yavuz’a atfen koymuştu.
Nerden esinlenmişti bilmiyorum ama ‘oğlum büyüyüp gazeteci olacak’ derdi. Bunu dediği yıllarda ben koyunların peşinde çobandım tabi.
Zaman çabuk geçti, biz büyüdük, üç kardeş birlikte İzmir’de üniversite okuduk. Ekonomik krizin herkesin belini büktüğü dönemlerdi ama babam hiç bir zaman şikayet etmedi. Okulu bitirip meslek sahibi olmamız onun hayat-ı gayesiydi.
Bir oğlu üniversiteyi bitirir bitirmez yurt dışında açılan Türk Okulları’nda öğretmen olmak için Sibirya’ya uçtu ve yıllar boyu gurbette kaldı. Küçük kızının öğretmen olmasından çok mutluydu. Benim gazeteci olmam, yazı yazmam ise ona ayrı bir gurur kaynağıydı. Bu yüzden çalıştığım gazeteye abone olmuştu.
Gazete köye bir kaç günde bir geliyordu ama olsun.
Orada benim adımı görmek babam için önemliydi. Ama bilemezdi ki büyük zorluklarla okuttuğu ve gurur duyduğu çocukları bir gün ‘terörist’ olarak damgalanacak, işinden gücünden atılacak, sürgün olup yıllarca görüşemeyecek!
Malesef son yıllarda çok üzdüler babamı.
Ben en son 2014 Mayısında görmüş, elini öpüp helallik isteyebilmiştim babamdan. Türkiye’nin olağanüstü şartlara gebe olduğunu görebiliyordum ama o görüşmenin son olacağını tahmin edememiştim.
Sonra abim sürgün oldu. Daha doğrusu görev yaptığı okullardan Türkiye’ye dönemedi. Hep gurur duyduğu kızının adını bir KHK listesinde gördü. Düne kadar kapısına gelip ‘senin oğlana söylesen de bizim tayine yardım etse, bizim çocuğun okula yurda yerleşmesini sağlasa’ diyenler bir anda selamı sabahı kesti.
Hatta tacize varan girişimler oldu. Öyle ki babam son yıllarda Cuma namazına komşu köye gider olmuştu. Gelip ‘senin oğlan hala tutuklanmadı mı? kızın neden dışarıda’ diyenlere katlanmak zorunda kalıyordu.
En üzücü olan ise düne kadar sofrasına oturan, çayını içen kişilerin kapıya dayanıp “amca emir büyük yerden, çocukların nedeniyle başın dertte” demeleriydi.
Bugüne kadar yazmadım ama artık söyleyebilirim;
Erdoğan rejiminin haramileri yaşı 80’e yaklaşmış, köyde yaşayan gariban bir adamdan ‘tutuklanmamak için 125 bin lira” istediler. İsteyenler çete miydi, gerçekten ‘Reis adına’ mı istiyorlardı hala bilmiyoruz ama bu olayı yaşadığı zaman çok üzülmüştü.
Özellikle Havuz medyasında benimle ilgili çıkan haberler ona çok dokunuyordu.
Erdoğan’ın korumalarının bana saldırmasına dair görüntüleri gözyaşı içinde izlemişti. Sıkı bir Bugün Tv izleyicisiydi ve benim hiçbir programımı kaçırmazdı. Hatta mesai arkadaşlarımı da ismen tanırdı. Bugün Tv’nin TOMA’larla basılıp ekrandan tanıdığı isimlerin coplanmasına o kadar üzülmüştü ki yorgun kalbi sıkıntı çıkarmış, bir kaç gün hastanede kalmıştı.
Babamın en çok üzüldüğü şeylerden birisi ise bizim ilçedeki küçük öğrenci yurduna el konması oldu. Daha önce dediğim gibi, babam ilkokuldan sonra okula devam edememişti ama çocuklarının okuması en büyük gayesiydi.
Sadece çocuklarının mı?
Köyde yaşayan, çiftçilik yapan, kıt kanaat ailesini geçindiren birisi olarak Silifke’ye yapılacak okul ve öğrenci yurdu için seferber olmuştu. Sattığı domatesin, çileğin parasından yurt için ayırırdı.
Ürettiği meyvelerden de öğrenciler yesin diye yurda götürürdü.
Silifke’ye öğrenci yurdu yapılacakken Cemaatin yereldeki yöneticileri destek istediğinde babam elinden geleni yapmıştı. Gücü ancak 4 öğrencinin kalabileceği bir odanın parasını denkleştirmeye yetiyordu o da onu yaptı. Yurt idarecileri de babamın ve annemin adını o yurt odasının kapısına asmıştı.
Bu detayı anlatıyorum çünkü Erdoğan rejiminin el koyduğu eğitim müesseselerinin ardında böyle bir hikaye var. O kurumları gasp edip, öğretmenleri tutuklayanlar babam gibi binlerce insanın umutlarını, hayallerini de çaldılar.
Babam için en zoru bana “Oğlum bir şey olursa gelmeyin, bunlar size kötülük yaparlar” diye vasiyet etmesiydi. Düşünün, yıllarca çocuklarının hasretini çeken bir baba hasretini bastırıp çocuklarına ‘ülkeye gelmeyin’ demek durumunda kalıyor.
Bir yandan evin önündeki asmanın altında oturup çocuklarının geleceği günün hayalini kurarken bir yandan da hasretini bastırıp bunu bize hissettirmemeye çalışıyordu.
Nitekim olmadı.
Babam bana ve abime hasret gitti. ‘Soğuk algınlığı’ diye hastaneye götürüldüğünde ‘babam neleri atlattı, bunu da atlatır’ demiştim ama bir gün sonra yoğun bakımda ve solunum cihazında olduğu haberini aldım.
O cihazda geçen 5 gün benim için tarifsizdi. Babam solunum cihazında, doktor ‘herşeye hazırlıklı olun’ diyor ve ben dünyanın öbür ucundayım…
Yapabileceğim birşey yok.
İlk uçağa atlayıp gitsem, son kez nasırlı ellerinden öpüp helallik istesem diyorum pasaportum çalışmıyor. Yazdığım kitaplardan dolayı hakkımda tutuklama kararı var. Bir şekilde uçağa binip gitsem hastaneye değil doğrudan Silivri’ye götürüleceğim.
Sonra babamın vasiyeti var; ‘bir şey olursa gelmeyin, bunlar size kötülük eder’ sözü kulaklarımda.
5 günü 5 asır gibi geçirdikten sonra babamın vefat haberini aldım. Sanki aceleleri varmış gibi iki saat içinde cenazesini yıkadılar, kefenlediler ve ikindi namazı sonrası defnettiler.
Bense bu anları kısa bir videodan görebildim. Cenaze namazını gıyabında dünyanın öbür ucunda kıldım.
Oysa ki orada olmam ve babamı mezara benim indirmem gerekiyordu. Belki de bu yüzden bir türlü kabullenemiyorum babamın vefatını. Belki de bu yüzden gerçekmiş gibi gelmiyor.
Ama bir yandan da huzurluyum. Babam temiz bir hayat yaşadı. Biz çocuklarına güzel örnek oldu, haramı-helali gözetti, bize de öyle öğretti. Kıt kanaat geçinmesine rağmen öğrencilere burs vermeye, onlara imkan sağlamaya çalıştı.
Biz babamdan razıydık, Allah’ım sen de razı ol.
post hakkında tartışma