Ege’deki tekne faciasından sağ kurtulan Deniz ailesinin 7 yaşındaki oğlu Erenalp’ten dalgalarla boğuşurken gözyaşı döken annesine: “Anne neden ağlıyorsun, biz bu zamana kadar cesurca yaşadık, bırak da cesurca ölelim!”
Atina’nın metro ile ulaşılabilen kenar mahallelerinden birindeki bir apartman dairesinin kapısı çaldığında Deniz ailesi gözlerine inanamadı. Henüz birkaç gün önce tanıştıkları iki arkadaşı çocuklarını yanlarına alarak sürpriz bir ziyaret yapmışlardı. Nasıl olduysa küçük kızları Büşra’nın üçüncü yaş günü olduğunu duymuşlar, pasta, içecekler, süsler ve oyuncaklarla kapıda belirivermişlerdi. 26 Eylül’deki onuncu evlilik yıldönümünde bir faciadan sağ kurtulan Deniz ailesi ne yapacağını şaşırmıştı. Yusuf ve Arife Deniz ile konukları çocukların gönlünü yapmaya çalışırken Birleşmiş Milletlerin tahsis ettiği mülteci evinde hüzünlü ve buruk bir sevinç vardı. O akşam orada olmasalar da hem büyükler hem de çocuklar denizin kendilerinden kopardığı arkadaşlarını andı.
15 Temmuz’dan hemen sonra hakkında gözaltı kararı olduğunu öğrendiğinde Gölcük’te, aile ziyaretindeydi Yar. Doç. Dr. Yusuf Deniz. Cep telefonunda Konya’daki emniyet yetkililerine ve savcılığa ulaştı, “şehir dışındayım, en kısa sürede gelip teslim olacağım” dedi. Gitti ve teslim oldu fakat ‘kaçma şüphesi’nden dolayı hakkında tutuklama kararı verildi 2016 yılının ağustos ayında.
Olağanüstü hal döneminde çıkarılan kanun hükmündeki kararname (KHK) ile görevinden ihraç edilmeden önce Selçuk Üniversitesi’nde İdare Hukuku anabilim dalında yardımcı doçent olarak çalışan Deniz, “malum süreçte bir anda terörist ilan edildi.”
1984 yılında Sivas’ta doğan Yusuf Deniz ilk, orta ve lise öğrenimini aynı şehirde tamamladı. Konya Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni başarıyla tamamladıktan sonra daha öğrenciyken akademisyenliğe adım attı. Doktorasını verdikten sonra öğretim üyesi olarak mesleğine devam etti.
Tutuklandıktan sonra 2018 yılının şubat ayına kadar çok kötü şartlar altında cezaevinde tutulan Deniz, bu sırada çıkarılan 672 sayılı KHK ile ihraç edildi. Eşi Arife Deniz’in de çalıştığı Konya Mevlana Üniversitesi’ne el konulmasıyla karı-koca işsiz kalınca Türkiye’den ayrılmaktan başka çareleri kalmamıştı. Onlar da en tehlikeli olan yollardan birini, Ege Denizi’nden Yunanistan’a geçmeyi denedi. Fakat meydana gelen faciada yol arkadaşlarını kaybetti. Evlilik yıldönümünde yakalandıkları deniz faciasında kendi deyimiyle, Allah ona eşini ve çocuklarını yeniden bağışladı.
Sizi kendi canınız dahil eşinizin ve çocuklarınızın hayatı pahasına Türkiye’yi terk etmeye zorlayan sebepler nelerdi. Bir KHK’lı olarak ne gibi zorluklar yaşadınız 15 Temmuz sürecinde?
2018 Şubat’a kadar çok kötü şartlar altında cezaevinde kaldım. Cezaevindeyken 672 sayılı KHK ile görevimden ihraç edildim. Bu ağır süreç ve baskılar altında, aklımda olan tek şey; neden akademisyen olduğum süreçte rahatça yurt dışına gidip geliyorken, yurt dışında yaşamayı tercih etmediğimdi. Bir pişmanlığım vardı açıkçası. Uzun tutukluluktan dolayı cezaevinden tahliye olunca, çıkar çıkmaz eşimle paylaştığım şey şu oldu: ben gitmek istiyorum çünkü yargılama neticesinde çok daha ağır sonuçlar çıkacak. Ayrıca bir daha ailemden ayrılmak istemiyorum. Eşim çok sıkıntılar çekti ben yokken, kendisi de ifade edecektir. Onun da üniversitesi kapatıldı, yalnız kaldı. Cezaevindeyken bir kızımız oldu, Büşra dünyaya geldi. Onun bakımı, küçük oğlumuzun sıkıntıları, kendisinin doktora çalışmaları derken çok ağır zorluklar yaşadı. O da bana hak verdi. Başta çok gitme taraftarı değildi ama bir daha ayrılık yaşamamak adına böyle bir yola tevessül ettik.
Sizi tanıyabilir miyiz Arife Hanım?
Arife Deniz – 1986 Konya doğumluyum. İlkokul, lise ve üniversite hayatımı Konya’da tamamladım. Master eğitimlerimden birini eğitim bilimleri, diğerini ise fen bilimleri üzerine yaptım. Sağlık bilimleri fakültesinde fizyoloji alanında doktora yaptım. 2009 yılında eşimle tanışıp evlendik ve iki çocuk sahibiyiz. Konya Mevlana Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğretim üyesi olarak işe başladım.
Fakat uzun sürmedi, okulunuz KHK ile kapatıldı ve devlet el koydu…
Evet, darbe girişimi sonrasında okulumuz kapandı ve işsiz kaldım. Darbe sonrası benim de hayatım değişti. İlk önce eşimin işsiz kaldığını öğrendik ve hemen sonrasında gözaltı ve tutuklama süreci ile baş başa kaldık. O sırada 7 aylık hamileydim. Benim için çok zor zamanlardı hem maddi hem de manevi olarak çok zor zamanlar geçirdim. Eşimin yokluğunda yaklaşık 20 ay tek başıma yaşadım ve bir sürü sıkıntılarla baş etmek zorunda kaldım. Kendi açımdan değil ama oğlumuz Erenalp (7) için sıkıntılı günler geçirdik. Psikolojik olarak bazı sıkıntılar yaşadı. Bir seferinde kızım 1 aylıkken sağlık ocağına doktora ikisini birden götürmüştüm. Doktorla konuşurken baktım Erenalp ortalıkta yok. Bir müddet aradıktan sonra buldum. Komşum gelip, “Oğluna sahip çık, balkon demirlerinden aşağıya sarkıp kendimi atacağım deyip duruyor.” diyerek beni uyardı. Bu gibi sıkıntılarla uğraştık. Sonrasında eşim tahliye oldu.
Eşiniz tutuksuz yargılanırken biraz olsun rahat edebildiniz mi?
Arife Deniz – Eşim tahliye olduktan sonra onunla beraber yurtdışına gitmekten başka bir çarem yoktu. Benim hakkımda açılmış herhangi bir soruşturma yoktu fakat bu olmayacağı anlamına gelmez. Türkiye’de bir gün kalkıp terörist ilan edilebiliyorsunuz. Hiç kimse vatanını, milletini, ailesini bırakıp, bilinmezliğe doğru yola çıkmak istemez ama biz o kararı almak zorunda kaldık.
Tekrar size döneyim Yusuf Bey, bir KHK’lı olmak Türkiye’de ne anlama geliyordu, sizin hayatınızı nasıl etkiliyordu?
Öncelikle kendi eğitimimiz kamu hukuku olunca, KHK’lar özel olarak gündemimizde oluyor. KHK ne anlama gelir, içeriği nedir sorularının eğitimini önceden biz öğrencilerimize verirdik. Önümüzde öyle bir KHK formatı vardı ki ilk muhatap olduğumda bir hukukçu olarak tarif etmekte çok zorlandım. O dönem cezaevindeydim ve KHK ile ihraç edilmiştim. Normalde hukukta bir söz vardır, eğer bir mevzuat, bir prensip, bir ilke, bir yasama işlemi yapılacaksa bu genel, soyut, sürekli ve kişilik dışı olur. Fakat ortada öyle bir garabet var ki, isim isim, kurum kurum, genel, özel birçok şeyi kapsıyordu. Araba camından, kurum kurulmasından, en özele ve en spesifik duruma varıncaya kadar işlem tesir ediyordu. İlk muhatap oluşumuzda, tarif etmekte ve anlamakta zorlandık. Bu zulmün muhatabı olmaktan çok, biraz daha tahkik etmekle uğraştık. Daha sonra bu garabet bize vurdu. Cezaevindeyiz, KHK ile atılan kişiler bize soruyor, “Ne yapmalıyız?” diye. O dönem daha komisyon da kurulmamıştı. Onlara, “Siz idari yargıya dava açarsanız bu idari yargı konusuna girmez çünkü bu bir kanun. Ama açılabilir. Siz Anayasa Mahkemesine gidebilirsiniz. AİHM’e gidin.” dedim. Herkese farklı bir yere gitmesini tavsiye etmiştim. Çünkü ortada öyle bir garabet ve problem var ki, daha tanımlanmamış, adı konmamış bir şey var ve insanlar işinden, ekmeklerinden oluyorlardı. O dönem tavsiye ettiğimiz arkadaşların açmış olduğu davalar oldu ve OHAL komisyonuna gitti ama sonuç değişmedi. Ortada öyle bir hukuk cinayeti var ki, bunu tarif etmek ve tanımlamak daha bu sürecin başında bile mümkün değildi.
Bir bilim insanı olarak yaşadığınız şeyi tarif edemiyor, tanımlayamıyorsunuz yani…
KHK ile işsiz kaldım, eşimin çalıştığı üniversite kapatıldı, o da işsiz kaldı. Bu süreç yaşanmadan önce toplum içerisinde saygın meslekler icra ediyorduk ve iyi bir kazancımız vardı. Fakat öyle bir zaman geldi ki her şeyimizi kaybettik. İnsan böyle bir tasarrufla ve böyle bir garabet ile muhatap oluyor. Şu an KHK zulmü Türkiye’de halen daha devam ediyor. İnsanlar bir araya gelip dertlerini paylaşamıyorlar, birlikte vakit geçirmek istiyorlar ama bunu bile yaptırtmıyorlar. İsmi zikredildiğinde bile insanlar korkar hale geldiler. KHK’nın öyle bir çağrışımı var ki, kimilerinde, “Aman KHK deme sus”, kimileri için ise KHK cinayet demek. Ama herkes için ortak tek bir düşünce var o da KHK tam bir cinayet. Bu cinayetin de bizatihi muhatabı ne yazık ki ben ve ailem oldu. Umuyoruz bu zulmün, bu hukuk cinayetinin bir an önce çözüme kavuşturulmasını bekliyoruz. KHK zulmü kesinlikle ve kesinlikle devam ettirilebilir bir zulüm değildir.
Ne kadar gerçekçi tartışılır ama çözüme yönelik çalışmalar olduğu söyleniyor. Sizce devlet bu durumu nasıl çözebilir, nasıl bu işin içinden çıkabilir?
Telafisi imkânsız zararlar ortaya çıktı. Kimileri intihar etti, kimileri çok kötü durumlara düştü. Konya’da bizimde tanıdığımız Fatma Görmez örneği var. KHK zulmünün muhatabı olarak simgeleşmiş bir isimdir kendisi. Bunların zararları tekrar geri düzeltilemez ama hukuki anlamda meseleler ele alınacak olursa, bu mesele bir günde çözülebilecek bir meseledir. Devletin şu hukuk yolunu açması lazım, yani tazminat sorumluluğunu alması lazım. Şu an öyle bir hukuk düzeni var ki, devlet mevzuat kuruyor bir şeyleri düzeltmeye çalışıyor fakat kendisini geriye atıyor, tazminat sorumluluğu yoktur veya dava açılamaz diyor. Diyor ki geçmiş maaşlarını öderiz ama bu benim manevi zararımı çözmez ki. Ben öyle bir noktaya geldim ki, bazı akrabalarımız, bazı komşularımız, bazı dostlarımız kapımızı bir günde taşladı. Selam verdiğimiz insanlar ya korkudan ya da kendilerine göre haklı sebepleri vardır ama bize selam vermekten çekindiler, bizimle muhatap olmaktan korktular. Bu durum ben de inanılmaz bir etki bıraktı, bu durum sadece bana özel değil biz ve bizim gibi bu süreci yaşayan herkes için aynıdır.
Toplumda saygın bir yerimiz vardı dediniz, çevrenizde ve üniversitedeki konumunuz neydi?
Ben genel olarak hayati sosyal olarak yaşayan biriyim. Beni tanıyan ve benimle mesaisi olan herkes hayatı bu şekilde yaşadığımı bilir. Çocukluğumdan beri bu şekilde yaşamaya çalışırım. İlkokul, ortaokul, lise bu zamana kadar ne kadar arkadaşım varsa iletişimdeydim ama KHK zulmünden sonra birçok insanla ben görüşmek istemedim. Haliyle hayatımızı çok büyük bir süzgeçten geçirmek zorunda kaldık ve devam edeceğiz de. Ben üniversite hayatımda da akademisyenlik hayatımda da kimseye bilerek kötülük yaptığımı düşünmüyorum. Ne öğrencilerimden ne de mesai arkadaşlarımdan kötü bir muamele ile karşılaştığımı da hatırlamıyorum. Fakültede temizlikçi arkadaşlardan, güvenlikte bekleyen bekçi abimize kadar çok güzel samimiyetimiz vardı. Beraber sahur yapar, oruç tutar ve iftar ederdik. Herhangi bir disiplin soruşturması geçirmedim. Benim ailem kapı kulu olarak devlete hizmet etmiş bir aile ama bir tanesinin bile herhangi bir soruşturması yoktur. Benim ismimi aldığım dedem İstiklal Gazisi Yusuf Deniz. Halen daha bizim evimizin baş köşesinde durur resmi. Biz onun yolundan gidip bu ülkeye, bu millete hizmet ettik fakat bir gün sabah kalktığımızda “terörist” olarak kalktık. Ben mesleğimi en iyi şekilde icra etmeye çalışıyordum, bunun için uğraşıyordum. Kendi ailemi ihmal etme seviyesinde kendimi işime adamıştım. Sabahlara kadar çalıştığımı ve gece geç saatlerde evime girdiğimi bilirim. Özetle, emeklerimizin karşılığı bu olmamalıydı.
Cezaevinden çıktıktan sonra bir KHK’lı olarak yaşadıklarınız da Türkiye’yi terk etme kararınızda etkili oldu mu?
Elbette. Biz bekledik bir müddet, neler yapabiliriz diye. Kendi başıma bir şeyler yapmaya çalıştım fakat iaşemi kazanmak noktasında sıkıntı çektim. Ailemizin desteğiyle bir şekilde hayatımızı idame ettirmeye çalıştık. Sonra dedik ki bize artık bir yol yok. Türkiye’de olan herkesin bir beklentisi var, belki infaz düzelmesi belki af diyorduk. Çünkü suçsuzuz. Dolayısıyla beklentimiz karşılanmayınca süreç içerisinde artık bizim için tek yol kalmıştı; o da yurtdışına çıkmaktı.
Yargılamanız devam ediyordu değil mi?
Yargılamam devam ediyordu, neticelenmek üzereydi. En son buraya gelmeden önce savcı mütalaasını vermişti. Artık son dönemdeydi yargılama. Karar vermek zorundaydık. Ya ailemizden ayrı kalmak, o sıkıntıları tekrar yaşamak ya da gitmek ve özgür olmak gerekiyordu. Yani böyle bir yola mecbur kaldık. Tekrar vurguluyorum, biz böyle bir yola mecbur kaldık. Çünkü kimse ailesinden, ülkesinden, vatanından ayrılmak istemez. Fakat bir gün kalktık, sadece bir günde bize teröristsiniz diyorlar. Normalde hukukun genel kaidesi vardır: müddei iddiasını ispatla mükelleftir. Fakat burada öyle bir durum var ki, sizi yok olanı ispat etmek durumunda bırakıyorlar. Ben terörist olmadığımı ispatlamak zorundayım. Ama nasıl ispatlamak zorundayım? Onu da bilmiyorum. Neden bilmiyorum? Çünkü yargılamada şöyle bir şeyle muhatap oluyorsunuz: size diyorlar ki hukuki savunma yapmayın. Siz öyle bir savunma yapacaksınız ki olaylardan bahsedeceksiniz. Fakat o olaylar kesinlikle terörize edilmiş eylemler, terör faaliyetleri değil ki. Ben ne konuşabilir ne anlatabilirim? Ki zaten mahkemede savunmamı çok kısa tutmuştum çünkü savunulacak bir şey yoktu. Savunma hukuki olmasın denilince biz de on uygun özet bir savunma vermiştik.
Ve hazırlıklarınızı yaptınız ve kendinizi İzmir yakınlarında, Sakız Adasını gören bir koyda buldunuz?
Evet, 25 Eylül’de bir akşam kendimizi tanımadığımız 3 ailenin yanında bulduk. O akşam yola çıkamadık, yüzümüze güçlü ışık tutan tekneyi polis veya sahil güvenlik zannetmiştik. Hatta eşim ve çocuklarımla bile helalleştik tekrar. “Beni buradan alırlar, yeniden cezaevine gönderirler” diye düşünüyordum. Avcılar tavşanın gözüne ışık tutarlar ya biz de öylece kaldık. Bizi yakaladılar artık diye düşündük. Ertesi gün, 26 Eylül’de tekrar yola çıktık. Bu günün bizim için özel bir anlamı vardı, onuncu evlilik yıldönümümüzdü. Kader…
O geceyi anlatır mısınız?
Bir gün sonra bizim için tekrar yolculuk başladı. Ben biraz spora yatkınlığımdan ve sağlıklı olmamdan, girişken olmamdan dolayı insanlara daha tekneye binerken yardımcı olmaya çalışıyordum başta rahmetli Kevser teyzeme ve diğer çocuklara… Ki zaten kaptan da tanışınca yardımcı olmamı söylemişti. Biz bindik… Can yelekleri eksikti. Benim çocuklarımda can yeleği yoktu. Tekne hafiften su almaya başladı. Biner binmez bu vakalar yaşandı. Ama Allah’a emanet artık bu yola çıktık, devam edelim dedik. Kaptan tecrübesizdi, aşikardı bu. Bunu şu şekilde ortaya koydu; ilk defa o tekneye biniyor, ilk defa o tekneyle yolculuğa çıkıyormuş. Biz bunu duyunca şaşırdık tabii. Her neyse yolculuk başladı ama bir hayli karanlık. Biz Yunan sularına geçmek için bekliyoruz. Tekneyi hızlandırmaya çalıştı fakat tekne hızlanmadı. Daha doğrusu hızlandı ama tekleyip durdu. Bir daha denedi, bir daha denedi aynısı oldu. Birini aradı, o kişi “kalabalıksınız” dedi. Kalabalıksak birkaç kişiyi limanda bırakabiliriz dedim ben. Onlar bir şekilde hallederler, ailemi de bırakabiliriz -ailemin haberi yok- diğer aileler Zenbil ailesinin çocukları vesaire onları da bırakabiliriz, onların da hukuki problemi yok dedik. Fakat devam edelim dediler. Yine tabii orada buna mecbursunuz bir şekilde.
Tehlikenin ne zaman farkına vardınız?
Yavaş ilerlesek de Yunan kara sularına girdik. Ben kaptanın yanında oturuyordum. O da Yunan kara sularına girdik artık, problem kalmadı dedi. Öyle deyince çok mutlu olduk. Sevincimizi diğerleriyle paylaştık. Ben diğerlerine, “Artık özgürüz kurtulduk bu saatten sonra inşallah bir sıkıntımız olmaz, dua edelim hayırlı bir şekilde varalım.” dedim. Yolculuk devam ederken biz bundan sonra nasıl olacak ne yapacağız bunları düşünüyoruz. Kaptanda bir endişe hali vardı. Şöyle ki kaptan bir sefer iltica edip Yunanistan’a sığınmış, daha sonra tekrar Türkiye’ye dönmüş şimdi bir daha yolculuk yapıyor. Eğer Yunanistan’da yakalanırsa sıkıntı olacağını söyledi bize. Ben sizi Oinousses adasında yerleşimin olduğu, ışıkların olduğu bir yere bırakacağım dedi. Oraya doğru devam ediyoruz. Artık 10-15 dakika sonra oradayız dedi. Fakat bu sırada şöyle bir durum oldu; dalgalar çok arttı. Rüzgâr çok fazlaydı. Hepimiz ıslandık, sırılsıklam olduk. Tekneye sular, dalgalar geliyor vs. fakat bu bizim için problem değildi. Tek istediğimiz oraya varmak ve özgür olmaktı. Sonra kaptanın bu endişeli hali devam ederken bir anda kaptan yerleşimin olmadığı kısma doğru tekneyi sert bir manevrayla çevirdi. Hatta kazada teknede bulunan arkadaşlardan birisinin yakını -ihtisas uzmanlığı gemi üzerineymiş- o şunu söylemiş: “Sizin bulunduğunuz tekne kesinlikle batacak bir tekne değil. Onu batıracak tek şey yanlış ve sert bir manevra.” Bu ifadeyi kullanmış. Ve kaptan bunu çok fahiş bir şekilde icra etti. Onu yapar yapmaz teknemiz sola doğru meyletti. Zaten dalgalar büyüktü, tekne suyu olduğu gibi içeri aldı. Ardından alabora oldu. Tabii tekne alabora olunca çok büyük bir telaş başladı. Ben sudan çıkar çıkmaz etrafıma baktım. Eşimi gördüm. Eşim yüzme bilmiyor. Ben iyi seviyede yüzme biliyorum onun çok büyük faydası oldu çok şükür. Hemen eşime sakin olmasını, can yeleğinin onu tutacağını söyledim. Daha sonra ters dönmüş tekneye doğru onu ittim. Onun ters dönmüş tekneye oturmasını sağladım.
Teknedeki çoğu kişi yüzme bilmiyormuş, sanıyorum iş daha çok size düştü?
Sırasını bilmiyorum ama oğlum Erenalp’i gördüğümü hatırlıyorum. O iyi yüzme bilir. Suyun üzerindeydi, tabii çok telaşlı bir hali ardı. Onu da sırtından itekleyerek tekneye doğru götürdüm. Daha sonra küçük Ali İhsan’ı gördüm. Ebubekir ve Gonca Hanım’ın çocuklarını, dedim ya sırası farklı olabilir, o telaş haliyle hatırlamıyorum, Ebubekir abiler kendi çocuklarını önce aldığımı söylüyor. Onlar boğuluyorlardı, çocuk da boğuluyordu. Ben görünce Ali İhsan’ı bana verin dedim. Onlar uzaklaşmışlardı biraz. Ben Ali İhsan’ı alıp tekneye götürdüm.
Ege Denizi’ndeki faciadan sağ kurtulan Oğuz Zenbil, Bedirhan Zenbil, Yusuf Deniz, Arife Deniz, Alp Deniz, Büşra Deniz, Gonca Kara, Ebubekir Kara ve Ali İhsan Kara Atina’ya ulaştı.
Sizin çocuklar başta olmak üzere can yeleği olmayanlar da vardı…
Daha sonra kızımı gördüm, eşim bağırıyordu, Büşra nerede, diye. O da Allah’ın lütfu ve inayeti, başka bir izahı yok, o zifiri karanlıkta, can yeleği olmayan çocuklardandı. Bir anda kızımı sırtı yatar pozisyonda önümde gördüm. Sağıma soluma bakmadan, önüme geldi ve baygın vaziyetteydi. Onu da alıp tekneye bıraktım. Bu sırada tabii çok yorgun vaziyetteydim, ben tekneye döndüm, bu anlattıklarım yaklaşık yarım saat falan sürdü, tam bilmiyorum. Tabii çocuklar titriyor, can yelekleri yok, eşim perişan vaziyette, teknenin altı kaygan ve oturmakta zorluk çekiyorsunuz… Yani çok kötü durumdayız, artık sesler bizden uzaklaştı. Orada benim yaşadığım en zor hadise teknenin üzerinde oldu. Ali İhsan kucağımdaydı ama nefes alamıyordu. Zaten doktorlar Sakız Adasında muayene ettiğinde, bu çocuk çok fena su yutmuş, demişlerdi. Kucağımda nefes almaya çalışıyordu, ben endişe ettim ama şükür; her halde Ali İhsan kucağımda can verecek dedim. İşin açıkçası ilk yardım yapmayı bilmiyorum ama kendimce ağzını açtım, nefes alabilsin diye. Sırtına vurdum suyu çıkarması için, kusması için. Ama yok, nefes alamıyordu. Dişleri kitlenmiş vaziyette, ağzı açılmıyordu. Çok kötü durumdaydı. Ben de inanılmaz bir etki bıraktı o. Fakat çok şükür, çocuk bir anda ağlamaya başladı ve ağlayınca da rahatladı. Sonra arkamı döndüm ve kaptana serzenişte bulundum, “Allah belanızı versin, hayatımız mahvettiniz,” dedim. Oğlum benin önümde, önünde eşim ve kızım Büşra, Oğuz abi ve oğlu Bedirhan da en öndeler. Arkamızda da kaptan ve onların arkasında da Işık ailesi vardı. Artık beklemeye başladık. Ali İhsan benim kucağımdaydı ama artık tutamıyordum. Kaptana dedim ki, onu kucakla ve muhafaza et. Kaptanın bize en büyük faydası şu oldu, sabaha kadar çocuğu tuttu. Tabii o tutarken ben sürekli şunu diyorum, bir bak, burnuna parmağını yaklaştır, nefes alıyor mu, yaşıyor mu? Sürekli kurtulmayı bekledik.
Sağ kalabilenlerle sabahın olmasını beklediniz…
Duayı koyulduk, kimi zaman ağladık… Çünkü diğerlerinin sesleri bize geliyordu ama durumlarını bilmiyorduk. Bir de bebekler vardı: İbrahim ve Mahir. Onların da ne halde olduklarını bilmiyorduk. Ne yazık ki, onlar gitmişlerdi. Anne babaları da haliyle o acıyla ağlıyorlardı. Nasır Bey, suya atlamak istedi. Eşi bana söyledi, hocam ne olur bir şey söyleyin, suya atlayıp çocukları aramak istiyor ama zifiri karanlık, diye. Biz de uyarmaya çalıştık, yapma etme diye. Ben sonra kaptana, İnoses yakınsa ben yüzeyim, dedim. Fakat o, “senin yüzmen sabahı bulur, dedi. Zaten sabaha doğru sahil güvenlik bizi bulur, gerek yok” dedi. Biz mecbur beklemeye koyulduk. Önümde oğlum var, teskin ediyorum. Baba bir çözüm bulunacak değil mi, Allah bizi kurtaracak değil mi, ben çok masumum, hiç günahım yok, Allah beni elbette görecektir, diyor. Hatta orada annesine çok ilginç bir şey de söylüyor. Bizim aklımıza da kazındı, mühür gibi bir şey oldu: Annesi biraz ağlayınca oğlum, “Anne neden ağlıyorsun, biz bu zamana kadar cesurca yaşadık, bırak da cesurca ölelim!” dedi.
Size sorayım Arife Hanım, evlilik yıldönümünüzde ölüm-kalım savaşı veriyorsunuz dev dalgaların arasında. Neler söylemek istersiniz?
Arife Deniz – Tekneye binerken can yelekleri dağıttılar fakat oğluma ve kızıma yelek kalmamıştı. Ben Büşra’yı yanıma alıp oturttum. Oğlum Erenalp yanıma gelip, “Anne benim yeleğimi neden giydirmedin. Bana bir şey olursa vicdanen rahat olacak mısın.” diye sordu. Ne olabilir ki oğlum, demiştim. Gece yarısı saat 12 dolaylarında Yunanistan sularına geçmişiz. Eşim kaptanın yanında oturduğu için arkaya döndü, elimi tuttu ve “Arife’m kurtulduk, özgürüz artık, hiçbir sıkıntımız kalmadı.” dedi. Büyük mü konuştuk ne yaptık bilmiyorum. Hepimiz sevindik. Tekne bir anda alabora oldu, ters döndü ve benim kucağımdaydı Büşra, uyur vaziyette kucağımdaydı. Yanımda 1-2 çanta var. Ben şoka girmişim. Büşra falan yok, ölüyorum zannettim. Tekne üstüme geldi. Kurtulamadım. Çırpındım çırpındım. Bir tahtaya vuruyorum kafamı. Tabii o zaman daha mordu, çizikleri vardı, alnımı vurmuştum. Gözümü açtım, bir şey vardı, bir ışık vardı denizin üst kısmında. Diyorum ki şokun etkisiyle herhalde güneş doğdu, güneş var. Orası gündüz, oraya yüzeyim. En azından kurtulursam oraya kurtulayım. Ondan sonra ben çıktım, bir baktım yine zifiri karanlık. Ama ben kendimi kaybetmişim, eşim arkamdan beni itmiş ben onları hatırlayamıyorum. Sadece hatırladığım o pervane kısmına tutunup da “Çocuklarım nerede? Büşra’m, Erenalp’im nerede.” Çığlıklarım oldu. Sadece onlara odaklıyım, hiçbir şeyi gözüm görmüyor. Elim ayağım titriyor. “Allah rızası için bulun onları. Ne olur bulun onları.” dediğimi hatırlıyorum yani. Biraz sonra eşim çocukları bulmuş “Arife ne olur sakin ol. Kendine gel.”
Bir kaza olduğunu ne zaman anlayabildiniz?
Ne zaman ki çocukları kucağıma aldım o zaman idrak edebildim. Burada şunu da söylemek istiyorum ben hayatım boyunca iki şeyden çok korkarım, korkardım yani, onlar da başıma geldi: Birincisi hapishane. O zamanlar derdim ki, “Adam mı öldüreceğim, hırsızlık mı yapacağım? Neden ki yani, ben hapishaneyi nerden göreceğim.” Başımıza geldi. İkincisi de suda boğulmak. Kendi kendime, “Ben Konya’da yaşıyorum. Konya’da deniz mi var ki neden bu korku bende?” derdim. Allah’ın izni ile kurtuldum ama onu da yaşadım. O suyu yutarken dedim ki içimden, “Demek ki buraya kadarmış. Şimdi ben ölüyor muyum?” psikolojik olarak gelgitler yaşadım. Neyse, çocukları eşim bana verdi. Ondan sonra hatırlıyorum ben Ali İhsan diye bir bebeğimiz vardı. Arkadaşlarımızın çocuğu. Eşim, Allah razı olsun, onu aldı geldi. Ama o kadar kötüyüz ki ayaklarım titriyor. Büşra’ya sımsıkı sarıldım. Büşra da baygın gibiydi kucağımda. Mıncıklıyorum, tutuyorum elini kolunu “Büşra ne olur konuş.” diye. O kadar kötü bir durum ki. Su mu yuttu? Boğuldu mu? Ne oluyor ne bitiyor hiç bilmiyorsunuz. Karanlık zaten, ses gelmiyor. Düzgün de oturamıyorsunuz çünkü ters dönmüş teknenin üzerindesiniz. Arkamda Erenalp, onun arkasında eşim vardı. Ali İhsan eşimin kucağındaydı bir müddet sonra kaptana verdi. Ben şunu dönüp sormak istemiyorum “Ali İhsan iyi mi? Bir sıkıntısı var mı? Nefes alıyor mu?”. Neden? Çünkü Ali İhsan da öldü cevabını duymak istemedim. Allah’ım ne olur, ona bir şey olmasın. Kendime mi üzüleyim ona mı üzüleyim. O esnada aklıma şey geldi yani annesi babası da yok Ali İhsan’ın. Ablası, abisi de yok. Kimsesi kalmadı. Dedim ki “Nasıl olur resmi anlamda bilmiyorum ama manevi anlamda ben Ali İhsan’ı sahipleneceğim. Allah’ın izni ile kurtulursam.” Kendi kendime bunları düşündüm. Sabaha kadar halüsinasyonlar görmeye başladım. Duvarla oluyordu, ağaçlar büyüyordu. Sonra dualar okuyorum ki akıntı dalga gelmesin, tekrardan ters dönmeyelim. En ufak bir hareketiniz bile etkili oluyor teknenin ters dönmesi için. Arkamdan Erenalp yalvarıyor babasına, “Hiç çare yok mu? Hiç ümit yok mu baba? Bir şey, bir çözüm üret baba. Biz ölecek miyiz?”. Hep böyle. Bir ara babasına şunu dediğini duydum “Baba beni bırak gideyim arkadaşlarımı kurtarayım geleyim.” Yani o kadar kötü şeylerdi ki. Hiç kimse görmüyor. Bir hayvanı bile öyle çaresiz bırakmasın Allah. O kadar kötü bir durum ki. Hep böyle gökyüzüne baktım, hiç yere bakmadım. Artık kafam dönmeye başladı. Üşüyorsunuz bir de. Suyun yanındayım. Diz kapağımızı geçecek şekilde zaten suyun içindeydik. O esnada zaten ayakkabımın teki gitmiş. Bir dalga geliyordu saçıma kadar ıslanıyorduk. Sonra kuruyorduk tekrar dalga geliyordu ıslanıyorduk. Hipotermiye girmesin çocuklar diye kollarımı ovuşturuyordum. Eşimin arkamdan sırtımı ovuşturuyordu. Ama bu süreçte, Allah razı olsun, en büyük desteği eşimden gördüm. “Arife’m geçecek, sakin ol. Allah’ın izni ile bitecek. Bu da Allah’ın bir sınavı. Kendimizi kaybetmeyelim.” Sürekli böyle sözlerle beni toparladı. O da böyle bir feryat figan olmuş olsaydı ben de dayanamayabilirdim. Bazen ellerimi ayaklarımı hissetmediğim zamanlar oldu. Sonra sabah oldu, saat 6 oldu.
Sabah olunca ümidiniz arttı mı?
“Birileri bizi bulur mu?” diye soruyorduk. Saat yedi, sekiz, dokuz… En son dedim ki, “Biz gidiyoruz, hepimiz öleceğiz.” Ölmekten korkmuyorum boğularak ölmek beni çok korkutuyor. Allah’ın izni ile o da biter. En korktuğun şey bu mu? Bunları derken, düşünüp ağlarken çocuğumun sözü beni çok etkiledi. “Anne, neden ağlıyorsun? Niye korkuyorsun?” çünkü titriyordum herhalde. Arkadan sarıldı “Biz dördümüz buradayız. Cesurca yaşadık cesurca da ölürüz. Niye korkup ağlıyorsun?” O beni kendime getirdi. Küçücük çocuk bile böyle düşünürken.
İlk yardım 10-11 saat sonra geldi. O anda neler hissettiniz?
Türk tarafından bir hareketlilik gördük. Kaptan söylemişti zaten, sürekli dolanıyorlarmış. Türk tarafından, Yunan tarafından gelir bizi bulurlar. En kötü ihtimal bizi bulurlar. Ondan sonra o durup gelmeyince bir yıkıma uğradık. Allah’ın izni ile bizi kurtaran o sahil güvenlik geldi. Oradaki sevincimiz. O zaman dedim ki “Hangi Allah’ın kuluysa 5 vakit namazımın arkasından onun için dua edeceğim.” Kendi kendime de o şekilde söz verdim. Daha sonra onlar bizi kurtardılar. Bir şekilde çıktık gemiye. Bu sefer arkadaşım Gonca ile arkadaşımın bulundu geldi, onlara sevindik. Başladık bu sefer yok Gülsüm, onların çocukları yok. Mustafa yok. Arkadaşımın çocukları, bebekleri yok. Bir ümit öbürleri olabilir dedik. Tek tek geri kalanların cenazeleri çıkmaya başlayınca üzüntü bizde fazlasıyla arttı. Allah onlara fazlasıyla sabır versin. Çok metanetli insanlar. Aslan abiye kayıplarının fotoğraflarını gösteriyorlar. Aslan abi sadece şunu söylüyor: “inna lillâhi ve inna ileyhi raciun”. Hem ağlıyor hem de sadece sükûnetle bunu söylüyor. Oradakilerin dikkatini çekti, bana sordular “Ne diyor?” diye “O’ndan geldik, O’na döneceğiz” diyor dedim. Onlarda kendi inançlarında aynı şeyin olduğunu söylediler. Duygulandılar tabi polisler. Ama hiç kendini kaybetmişlik hali olmadı. Gayet mütevekkil bir tavırla karşıladılar o ağır faciayı, o ağır acıyı.
Şimdi Yunanistan’dasınız ve yeni bir hayata adım attınız? Mesleğinizi bir daha yapabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Arife Deniz – Ben öncelikle şunu söyleyeyim. Ben çalışmayı çok seviyorum. Çalışkan bir insan değilim ama bunu herkes böyle söyler ben çalışmaya çok seviyordum. Öğrencilerim, derslere girmem, çok isteyerek derslere girdim. Rabbim orada bizim rızkımızı kapattı ama başka bir yerde inşallah açar. Nerede insanlara faydalı olacaksak Allah bizi orada istihdam etsin.
Yusuf Deniz – Çok böyle bir önceliğimiz yok yani, illa mesleğimizi yapalım. Şu an açıkçası bizim önceliğimiz çocuklarımızın eğitimi. Türkiye’de bir anlamıyla tecrübe ettik. İkimiz de doktoralıyız. Çok çalıştık. Evlendiğimiz ilk dönemde, eşim de ben de yüksek lisans öğrencisiyiz. Ben yüksek lisans tezimi yazıyorum. İkimiz de çalışıyoruz, ara veriyoruz. Programımız var. Buluşuyoruz ders aralarında, çay faslı falan sonra tekrar çalışmaya gidiyoruz. Sanki bir etüt merkeziymiş gibi evimizi biz bu vaziyette kullanıyorduk. O doktora süreçleri çok sıkıntılı çektik. Hatta eşim doktorasını ben cezaevindeyken bitirmişti. Çocuğumuz yeni doğmuştu. Ayağında çocuğu sallaya sallaya, görenler böyle tasvir ediyor, doktora tezini yazıyordu. Bu çok ağır bir süreç, çok zor bir süreç.
Arife Deniz – Aslında benim doktoram daha da erken bitebilirdi. Malum üniversite kapandığı için ben hiçbir belgeme ulaşamadım. Yeniden, hocam sağolsun, yeniden makaleler, yeniden çeviriler derken doktoram uzadı. Eşim yoktu yanımda. Erenalp küçüktü. Büşra ayağımdayken çoğu zaman yazdım, okudum, çalıştım. Bu süreçte en çok canımı yakan; mecbur okula gidiyorsunuz, taşıt kullanarak gidiyorsunuz. Giderken herkes suçluymuşum gibi bakıyor, herkes durumu biliyor, eşim tutuklu, giderken hiç iyi bir psikolojiyle tamamlamadım. Ne gözle bakıyorlar bilmiyorsunuz ne düşünüyorlar bilmiyorsunuz. Okulda çok tanınıyorduk çünkü. Öyle zor bir dönem geçirdik yani.
Yusuf Deniz – Çok ilginçtir, doktoramı bitirdikten sonra beni hediye olarak bir şey vermem lazım. Ben de şöyle bir şey yapmıştım. O dönemde cezaevinde biz adli mahkumlarla beraber kaldık. O da zorlu bir süreçti. Adli mahkumlarla beraber kaldığımız dönemde adli mahkumlar boncukla süsler yapıyordu. Ben eşime bir anahtarlık gönderdim, anahtarlığın üzerinde Dr. Arife Deniz yazdım. Böylelikle doktorasını tebrik ettim. Bu da bizim için önemli bir şey oldu. Hatta bir de gül yaptırmıştım, gülü de boncuklar yapıyorlar, postayla göndermiştim. Verebileceğim hediye buydu cezaevi şartlarında.
SELAHATTİN SEVİ
post hakkında tartışma