“Gariplere müjdeler olsun” hitabının muhatapları onlar.
Dünya onlara en çirkin yüzünü gösterip kendine küstürdü.
Tek suçları “farklı” oluşlarıydı.
“Uğursuzsunuz siz, şayet (sizi siz yapan ahlaki değerlerden) vazgeçmezseniz, sizi taşlarız, acı mı acı bir azap size dokundururuz.” diyen belde halkına, “Uğursuzluk dediğiniz şey, size ancak sizden gelir. Gerçek size hatırlatıldı ve uyarıldınız diye mi böyle tepki gösteriyorsunuz? Siz, sınır tanımaz ve Allah’ın verdiği duygu, meleke ve kabiliyetleri boşa sarf eden bir topluluksunuz.” diye cevap veren elçiler gibi taşlandılar.
“Acı mı acı bir dünya azabı” üzerlerine boca edildi. Firavun’a boyun eğmedikleri için, “Ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Kimin azabının daha şiddetli, daha devamlı olduğunu işte o zaman anlayacaksınız!” diye tehdit edilen büyücüler gibi “Mümkün değil” dediler, “bize gelen bunca delillere ve bizi Yaratana karşı seni tercih edemeyiz. İstediğin hükmü ver. Senin hükmün nihayet, bu dünyada geçer.”
Zulüm karşısında boyun eğmedi, eman dilemediler.
Zeliha’nın iftirasına uğrayan Yusuf gibi, masumiyetleri bilinmesine rağmen müfteriyi aklamak, muktedire zaman kazandırmak için zindanlara atıldılar.
Kucağında apaçık bir mucizeyi taşıyor olmasına rağmen iffeti sorgulanan Hazreti Meryem gibi, kendini bilmez saldırganlar karşısında “suskunluk orucu” tuttular.
Kerbelâ’da kuşatılan Hazreti Hüseyin gibi, her türlü insanî haklarından mahrum bırakıldılar da evlatlarına bile acıyan olmadı. Kırk yıllık dostlarının nefret oklarıyla yaralandılar.
“Seni öldüreceğim” diyen kardeşine, “Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben isterim ki sen, kendi günahınla beraber benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası işte budur!” diyen Hâbil gibi zalim kardeşlerine benzemeyi reddettiler.
Dağlanmış yaraları ile çıktılar Efendimiz’in (sav) manevî huzuruna
Hayatları boyunca karakol yüzü görmemiş, bir tokat atmak için bile kimseye el kaldırmamış, bilerek karıncayı incitmemişlerdi.
Belalar yağmur gibi yağdı üzerlerine. Habbab bin Eret gibi dağlanmış yaralarıyla çıktılar Efendimiz’in(sav) manevî huzuruna.
Üstadları gibi mahkemelerde bir câni gibi muamele gördü, bir serseri gibi şehir şehir sürgüne yollandı, memleket zindanlarında aylarca tecrid edildiler. Canlarına kast edildi. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldılar. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettiler. “Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” cümlesini kendi isimleriyle kurdular.
Hüzünler kulübesinde gözyaşı döktü, Hz. Musa gibi “Ya Rabbî! Bana lütfedeceğin her türlü nimete muhtacım!” diyerek hicret yollarına düştüler.
Mahrumiyetin Çölüne, Yokluğun Gurbetine Atıldılar
Yürekleri dayanmadı kiminin. Ciğerleri yandı, içleri kan ağladı. Vefasızlığın gurbetinde, sevdiklerinin gözleri önünde (bazıları ondan bile mahrumdu) eriyip gittiler.
Yollarda öldü kimileri. Allah ve Resulüne gitmeye niyet etmişlerdi de, vardıkları Allah ve Resulü oldu.
Bazıları bebekti, çocuktu. Anne babacıklarından neden mahrum bırakıldıklarını hiç anlamadan ebedî vuslat yurduna göçtüler.
Hastaydı bazıları. Bakıma muhtaç bırakıldı, iradi olarak ölüme terk edildiler. Bakışlarında katman katman acı, seslerinde düğüm düğüm burukluk vardı.
İsimleri, adresleri terör örgütlerine verildi. Kendi vatandaşına tuzaklar kuran bir devletin, boğazına kadar günaha batmış “kapkaranlık” bir siyasetin alicengiz oyunlarıyla heder edildiler.
Dövülerek öldürüldüler de meçhul hikayelerine vücutlarındaki işkence izlerinden başka tanıklık eden olmadı.
Pencerelerden atıldılar da intihar ettikleri söylendi.
Gözaltında kayboldular da cesetleri başka şehrin kıyılarına vurdu.
Kendilerine yaşatılan şeyin ağırlığı karşısında, “Allah’ım al canımı!” diye dua ettiler de, oracıkta emaneti sahibine teslim ettiler…
“Ah!”ları yedinci kat semadan duyuldu. Ama akrabanın, komşunun evinden duyulmadı.
Kendi Acılarında Beşeriyetin Acılarını Tecrübe Ettiler
İnsanlardan bir insandılar. Kendi acılarından bütün bir tarihin ve beşeriyetin acılarını tecrübe ettiler.
Masum, mazlum, mahkum, mağdur, sürgün, çaresiz ve yaralıydılar.
Geride bıraktıkları ile milyonlar anne, baba, kardeş, evlat, dost ve akrabaydılar.
Ölürken sevdikleri ile vedalaşamadılar.
Cenazelerine katılanlar fişlendi. Bir kabir yeri çok görüldü onlara.
Cenazesi olmayanlar dahi vardı.
“Bir garip öldü diyeler
Kırk günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”
diyen Yunus’a bundan daha fazlasının da mümkün olduğunu gösterdiler.
“Dü cihandan el yudum” deyip gittiler.
Sadıklar, şehitler, salihler kervanına katıldılar.
Hor ve hakir görülmüşlüklerini Allah’a şikayet ettiler.
Son nefeslerini alacaklı olarak verdi, geride kalanları alacaklı bıraktılar.
Emine Eroğlu | EmineEroglu@Tr724.com | @EmineEroglu111
post hakkında tartışma